Abone Ol

İnsanın Değer Varlığı, Değerler Felsefesi ve Ahlâk

İnsanın Değer Varlığı, Değerler Felsefesi ve Ahlâk
Alper Gürkan

Giriş

Aristoteles Politika kitabında, insan doğası üzerine çalışacak olan birçok filozofa ve düşünüre yüzyıllar boyunca etki edecek veya ilham verecek bir ifade kullanır: “İnsanın doğası gereği politik bir hayvan olduğunu söyleyebiliriz” der.[1] Onun bu sözle kastı, her varlığın mükemmelleşme eğilimi içinde olması gibi insanın da mükemmelleşmeye yöneldiği ve insanın mükemmelleşmesinin ancak toplumsal dünya içinde olanaklı olacağıdır. Çünkü insan dünyaya geldiği andan itibaren var oluşu çeşitli ihtiyaçlarla örülü hâldedir. Anne veya annelik eden birisinin bakımına muhtaç olarak büyür. İnsanın bu ihtiyaç onu toplumsal bir varlık olarak görmemiz için yeterlidir. Bunun yanı sıra Aristoteles’e göre insan için nihaî amaç iyi olandır ve ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda olmak iyi olduğu için insanlar topluluklar hâlinde yaşayarak iyiyi amaçlar ve elde edebilirler.

Ancak topluluk hâlinde yaşama gereği, doğal olarak “iyi nedir?” sorusunu da doğrudan tartışmaya açar. Çünkü bir kişi şayet ihtiyaçları esas alarak topluluk yaşamına dâhil olmuşsa herhangi bir ihtiyacını gidermek için gerekli gördüğü bir davranışı sergileyebilir. Örneğin acıktığında yiyecek ihtiyacını gidermek için gördüğü ilk ekmeği alıp yemek isteyebilir. Fakat o ekmek bir başkasının kendi ihtiyacını karşılamak üzere üzerinde emek harcadığı bir şey olabilir. Bu durumda karnı aç olan kişinin kendisi için iyi gördüğü bir şey, bir başkasına zarar vermesi nedeniyle diğer kişi için kötü olabilir. Toplumsal yaşamda karşılaşılabilecek bu tür bir durum, iyinin ve kötünün ne olduğunu belirlemeyi gerektirmiştir. Bu anlamda tarihsel olarak ahlâk sorunu ve ahlâka ilişkin sorgulamalar insan doğası çevresinde yapılmaya başlamış ve bir ahlâk felsefesi geleneği gelişmiştir denilebilir.

Fakat bir ahlâk felsefesinin gelişebilmesinin ön koşulu “değer” kavramı üzerinde durma gereğidir. Nihayetinde iyinin ve kötünün ne olduğunu tartışabilmek için öncelikle en azından algımızda iyi veya kötü olarak nitelediğimiz şeylerin var olması gerekmektedir.

 

Değerler ve İnsan Varlığı

Genel olarak değer, bir şeyin kıymetini ifade ederken iyi ve kötü ise bizim nesneler veya olaylar hakkında verdiğimiz değer yargılarına karşılık gelir. Parkta dolaşmayı planladığımız bir gün havanın güneşli ve sıcak olması durumu hakkında “iyi” diye yargıda bulunabileceğimiz gibi yağmurlu veya soğuk olması durumu hakkında da “kötü” diye yargıda bulunuruz. Bu yargılar, tamamıyla kişinin amaçları, beklentileri veya istekleriyle ilgili olabilir. Bu durumda başvurduğumuz “iyi” ve “kötü” yargıları ahlâkla ilgili değilse bile değer ifade etmektedirler. Ya da bir film seyredip onun “iyi” olduğunu söylediğimizde bu da yine ahlâkî bir yargı olmayabilir, fakat belki estetik ya da eğlence odaklı bir yargı olabilir. Anlaşılacağı üzere ahlâk felsefesi daha geniş bir değer felsefesinin (aksiyolojinin), ahlâkî yargılar da değer ifade eden yargıların altında yer almaktadır.

Değer felsefesi genel olarak olayları veya nesneleri sahip oldukları veya temsil ettikleri değerler açısından ele alan felsefi bir disiplin olarak değerlerin var olup olmadıklarını, eğer varsalar ne tür bir varlığa sahip olduklarını, değerlerin yapısını, değerlerin kaynağını araştırır. Temel olarak ahlâkî değerleri ve sanatsal ya da estetik değerleri dikkate alırsak ilk türden değerleri etik veya ahlâk felsefesi, ikinci türden değerleri ise sanat felsefesi veya estetik inceler diyebiliriz.[2]

Genel olarak değer kavramı toplumsal bağlam içerisinde dikkate alınsa da onun varlığının tek insan bireyi için mevcut olduğu gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Yani değerler toplumsal dünyada karşılığı olan ve bu nedenle de özellikle ahlâkî meseleler açısından önem taşıyan bir niteliği haiz olsalar bile özü itibariyle ferdîdirler. Bu nedenle tek tek değerlerin farklı koşullar ve farklı bağlamlarda nitelikleri değişebilse de her bağlam için geçerli bir değer sisteminin bulunduğu unutulmamalıdır. Tıpkı ahlâkın içeriğinin kültürden kültüre, dönemden döneme değişebilmesi ama her hâlükârda bir ahlâk sisteminin mevcut olması gibi insan varlığı her koşul altında bir değer sistemine bağlı olarak yaşamaktadır. Bunun sebebi, toplumsal dünyanın hem kurulumu hem de ayakta kalabilmesi için var olan kurallar ve normlardır.

Kısaca ifade edilirse normlar, kişilerin toplum içerisinde nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen beklentilerdir. Toplumun her bir bireyi tarafından diğer bireylerine yönelen beklentiler, toplumsal dünyayı düzenlemekte ve bu yüzden de beklentiler belirli düzeyde yaptırım gücü olan kurallar halinde ortaya çıkmaktadır. Buna göre norma uygun olan davranış toplum tarafından normal, norma uygun olmayan davranış da toplum tarafından anormal (normal dışı) olarak algılanmaktadır. George C. Homans, birçok boyuta sahip olan norm kavramını şöyle tanımlar: “Bir norm, bir kişinin ya da belirli türden kişilerin, belirli şartlar altında nasıl davranmaları gerektiğine dair beklentiyi belirten bir ifadedir.”[3]

Norm kavramı ve normlar özü itibariyle değer içermenin ötesinde değeri ifade ederler. Bu nedenle bazı filozoflarca sadece ahlâkî yargıların değil, aynı zamanda bilgiye ilişkin ifade ve önermelerin de her zaman normatif oldukları değerlendirilmiştir. İnsan varlığının iyi ve kötü gibi yargıları yanı sıra ahlâkî olarak doğru (uygun) ve yanlış (uygun olmayan) nitelemeleri, aynı zamanda bilginin de temel koşullarından birisini oluşturmaktadır. Bir önermenin bilgi olarak kabul edilebilmesi için o önermenin doğru olmasına gereksinim duyulmaktadır. Böyle olduğu için insanın kendisiyle, çevresiyle ve evrenle ilişkisi de doğal olarak doğru ve yanlış değerlemeleri etrafında biçimlenmektedir. Hem ahlâkî hem de bilgisel yönden doğruluk, insanın dünya içerisinde aradığı veya iyi olduğuna inandığı normatif bir standart olarak ortaya çıkmaktadır.

Şu hâlde söz konusu normatif standart, yani doğruluk arayışı, her toplumsal bağlam ve kültür için geçerlidir demek mümkündür. Değerlerin her hâlükârda var olduklarına ilişkin bu tespit, değerlerin nesnel mi yoksa öznel mi oldukları tartışmasının da üzerindedir. Değerlerin öznel mi yoksa nesnel mi olduklarına ilişkin tartışmayla kast edilen şudur:

Örneğin, “Su 100°’de kaynar.” önermesi, belirli standartlar sağlandığı takdirde kültüre veya döneme bağlı olmaksızın geçerli ve doğru bir önermedir. Hangi standartlar sağlanmalıdır? Mesela “su” kavramıyla içinde farklı bir kimyasal madde bulunmayan saf su kastedildiğinde, derece ile santigrat derece kastedildiğinde ve söz konusu deneye etki edecek normal dışı bir durum söz konusu olmadığında (mesela standart atmosfer basıncı altında) önermenin sınanması için standartlar sağlanmış demektir. Aynı şekilde kurulmuş bir ahlâkî önerme de yukarıdaki önerme gibi kültüre veya döneme bağlı olmaksızın geçerli ve doğru bir önerme olacak mıdır? Mesela, “İnsan öldürmek kötü bir davranıştır.” şeklindeki ahlâkî önerme de her koşul atında geçerli ve her ahlâk öznesi için doğru mudur?

Bu tür bir tartışma öznellik-nesnellik tartışması olarak adlandırılır. Yani ele alınan sorun, öznenin yapısına ve durumuna göre mi anlam taşımaktadır, yoksa nesnenin yapısına veya durumuna göre mi? İlk önermeye baktığımızda, suyun kaynama derecesi ifade edilmektedir ama bu kaynatmayı kimin yaptığının bir önemi yokmuş gibi gözükmektedir. Yani suyu Ahmet ya da Ayşe veya İrlandalı bir kadın veya on üçüncü yüzyılda birisi kaynatmış olabilir. Konunun kişilerle, yani özneyle herhangi bir ilgisi olmaksızın önerme geçerli görünür. Fakat ikinci önerme de durum aynı mıdır? “İnsan öldürmek kötü bir davranıştır.” önermesi, mesela savaştaki bir asker için de geçerli ve doğru mudur?

Burada, ikinci önerme özneye bağımlı olduğu için öznelmiş gibi görünmektedir. Mantıksal olarak bu durum, ahlâkî önermelerin öznel oldukları sonucuna götürmektedir. Ancak iki önermeye daha dikkatli bir şekilde baktığımızda ilk önermenin tüm kavramları ve koşulları için bir standart belirleme kaygısıyla hareket etmemize rağmen ikinci önerme için standartları dikkate almadığımız görülecektir. Mesela ilk önermede “su” ile ne kastettiğimizi bir standarda bağladık ve onun herhangi bir kimyasal madde içermeyen saf su olduğunu ifade ettik ya da derecenin fahrenhayt cinsinden değil santigrat cinsinden olduğunu tespit ettik. Ancak ikinci önermede ne insan kavramını tanımladık ne de öldürmek fiiliyle ilgili bir standart belirledik. Bu durumda ikinci önermedeki kavramları kulağımıza geldiği gibi, ilk yüklediğimiz anlamlarla kavramaya çalıştık. Bu durumda ikinci önermenin ilk önerme kadar “nesnel” olmadığına dair yargımız ne ölçüde doğru olur?

Anlaşılacağı üzere insan öldürmekle ilgili yargımızda, her kavramı belirli bir bağlam içerisinde, belirli koşullar içerisinde tanımladığımız takdirde birbirinden farklı davranışlara ulaşılacaktır. Bu farklı davranışlarla ilgili yargılarımız da doğal olarak değişebilmektedir. Yani ahlâkî yargılarda da kavramlar iyi tanımlanıp koşullar yeterince sabitlendiği takdirde özneye bağımlı olmayacak, nesneye, yani davranışa bağımlı olacaklardır.

Benzer bir sorunu ele alan ve ahlâkla felsefî olarak ilgilenen Sokrates; cesaret, adalet, cömertlik gibi şeyler hakkında insanlar arasında ilk bakışta farklı görüşler mevcutmuş gibi görünse de aslında bir görüş birliği olduğuna inanmaktaydı. Ona göre, mesela insanların kişisel duygu ve eğilimlerinden bağımsız olarak adalet diye bir şey vardı. Fakat bilgisizlik veya dikkatsizlik durumları nedeniyle farklı görüşler ileri sürüyorlardı.[4]

Özü itibariyle tüm insanlar adalet ile aynı şeyi umuyor ve onu iyi olarak kabul ediyorlardı. Yani kullanılan kavramlar için yapılacak uygun bir tanımlama ve koşulların doğru düzgün belirlenmesi, ahlâkî yargıların tüm insanlar için müşterek olduğunu ve değişmediğini gösterecekti. Örneğin yukarıdaki önermede “öldürmek”, kişinin bir başka kişiyi keyfî olarak öldürmesi anlamına geliyorsa bu fiil, her kültür ve dönem için insanlar tarafından kötü olarak nitelenmiştir. Fakat şu duruma veya bu duruma “göre” yargılarımız değiştiği için, ahlâkî yargıların öznelliğinden değilse bile göreliliğinden söz etmek makuldür. Fakat aynı durum ilk önerme için de geçerlidir: Su, santigrat ölçeğine “göre” 100° derecede kaynarken fahrenhayt ölçeğine “göre” 212° derecede kaynar.

 

Değer ve Ahlâk

İçinde yaşadığımız evreni anlamlandırabilmek için değerlerle veya değer sistemleriyle kurduğumuz zorunlu ilişki, insan varlığının bir değer ya da anlam dünyası içinde bulunmasını gerektirir. Aristoteles’in insanın toplumsal bir canlı olmasına ilişkin ifadesiyle beraber düşünüldüğünde, bu durum kendimizi değerlerden neden soyutlayamayacağımız hakkında da bir fikir verir. Yukarıda denildiği gibi bu durum toplumsal yaşam içerisinde farklı alanlarda farklı değer sistemlerini ortaya çıkarmıştır. Maddî değer sistemi olarak ekonominin, sanatsal değer sistemi olarak estetiğin kullanılan malzemelerden bağımsız olarak ortaya çıkmış olmaları gibi davranışların içeriğinden bağımsız olarak da bir ahlâk sistemi söz konusu olmuştur. Örneğin para dediğimiz şey, bir kâğıt ya da metal parçası olmasına rağmen belirli koşullar altında ve bir değer sistemi içinde nasıl anlam kazanıyorsa, davranışlarımız da belirli koşullar ve bir ahlâk sistemi içinde anlam kazanmaktadır.

Yukarıda ifade edildiği üzere insanın toplumsal bir canlı olması ve iyiyi amaçlaması, iyinin ne olduğu sorusunu ele almayı gerektirmiştir. Bu kapsamda iyi olanın faydalı olduğu, haz verdiği veya genel olarak arzu edilen olduğu gibi farklı cevaplar ortaya çıkmıştır. İyinin özne veya kişi esaslı bir şey olduğu yanı sıra insanın toplumsallığı gereği iyinin genel ve müşterek olduğu gibi farklı yaklaşımlar da ortaya konulmuştur.

Genel olarak insanın başka insanlarla bir arada yaşama gereği olarak yüklendikleri ödevler veya tabi oldukları toplumsal kurallar ağına işaret eden değer sistemi ahlâk (morality) olarak anlaşılırken söz konusu değerleri inceleyen felsefî alan da etik (ethics) olarak anlaşılmıştır.

Ahlâk, belirli bir dönemde belirli insan topluluklarınca benimsenmiş, kişiler arası ilişkileri düzenleyen törel davranış kurallarının, yasalarının ve ilkelerinin bir toplamıdır.[5] Bu anlamda ahlâkın dinî boyutu da dâhil olmak üzere toplumsal yaşamın bir çerçevesi olduğu, toplumsal dünyayı düzenlemeye yönelik olduğu ve kişilerin özellikle davranışlarıyla ilgili olduğu için pratik alanında anlam kazandığı görülebilir.

Etik kavramı ise ahlâkî olanın özünü ve temellerini araştıran, ahlâkî davranışla ilgili sorunları ele alıp inceleyen bir felsefe dalıdır.[6] Etik kavramı temelde ahlâka ilişkin meseleleri inceleyen felsefî bir alana işaret etmekle birlikte günümüzde ahlâkî davranışların kuramsal çerçevesini ifade etmek için de kullanılmaktadır. Bu kapsamda etik, ahlâkın davranışlarla ilgili pratik boyutunun ötesinde kavramsal ve kuramsal bir anlam içeriğine sahiptir.

Sonuç olarak insan hangi dünya görüşüne yönelirse yönelsin bir değer varlığıdır. Buna ve insanın toplumsal (medeni) bir canlı olmasına bağlı olarak farklı değer sistemleri tezahür eder. Üstelik bu değer sistemleri her durumda maddiyatı aşar ve insanı yüksek bir merkeze doğru çeker niteliktedir. Belirli bir kültürde aşağı olarak görülse bile her topluluk da belirli ölçütlere bağlı değerler aracılığıyla varlığını sürdürmektedir.

 
[1] Aristoteles (2015) Politika. İstanbul: Say Yay. 2. Baskı. s.26.

[2] Arslan, Ahmet (2009). Felsefeye Giriş. Ankara: Adres Yay. 12. Baskı. s.120.

[3] Opp, K. D. (2001).  “Norms”,  International Encyclopedia of Social & Behavioral Sciences (Ed. N. J. Smelser; P. B. Baltes) içinde, s.10714-10720, Oxford: Pergamon.

[4] Arslan, Ahmet (2009). Felsefeye Giriş. Ankara: Adres Yay. 12. Baskı. s.120-121.

[5] Akarsu, Bedia (1998) Felsefe Terimleri Sözlüğü. İstanbul: İnkılâp Yay. 7. Baskı. s.18.

[6] Akarsu, Bedia (1998) Felsefe Terimleri Sözlüğü. İstanbul: İnkılâp Yay. 7. Baskı. s.174.

YAZAR HAKKINDA
Alper Gürkan
Alper Gürkan
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN