Abone Ol

Bilim Felsefesinde Uylaşımcı Yaklaşım ve Postmodernlik

Bilim Felsefesinde Uylaşımcı Yaklaşım ve Postmodernlik

Alper Gürkan

Uylaşımcı/conventionalist düşünce, bilimsel rasyonalitenin farklı dönemlerde değişmeyeceğini ileri süren mantıksal pozitivist düşünce ile eleştirel akılcılığa karşı bir eleştiri olarak ortaya çıktı. Uylaşımcılık, bilimsel hipotezlerin insan zihninin yaratımlarına bağlı olarak ortaya çıkan tanımlamalar olduğu görüşüdür. Deneyimin insan zihninin süzgecinden geçerek bilgiye dönüştüğü fikrine bağlı olarak olgulara ilişkin duruma zihin tarafından bir çerçeve çizildiği merkeze alınmaktadır.

Böyle olduğu için de bilimsel teoriler, insanlar arası ilişkilerde karşılıklı onayla kendini üreten bir kavrayışın ürünü olarak evreni açıklamakta doğru ya da yanlış değildirler, fakat bunun için ya elverişli, uygun ya da değildirler. Teorik sistemler gerçekliği açıklamada başvurulan birer açıklama biçimi/modeli olarak zaman içinde değişirlerken bilime ait bilgi kümesi değişmeden kalmaktadır. Ancak her yeni ve elverişli olan açıklama söz konusu bilgi kümesini yeniden tanımlar ve bilim de böylece daha elverişli bir açıklamaya doğru yol izler.



Thomas S. Kuhn ve Paradigma Kavramı

Kuhn, Poincaré’in “değişmeyen bilgi kümesi olarak bilim” anlayışını ileri taşıyarak bilimde esas olanın süreklilik değil, paradigmalar arası geçişle ortaya çıkan bilimsel devrimler olduğunu ileri sürer. Onunla beraber sonrasında bu geleneği takip edecek olan Feyerabend, Lakatos, Toulmin gibi isimlerle anılacak uylaşımcı ilkeler şunlardır:



1. Bilim adamları bilimsel etkinliği paradigmalarla sürdürürler.



2. Paradigmalar birbiriyle kıyaslanamayacak farklı standartlara sahiptirler.



3. Bilimsel bilgi birikimsel değil, devrimseldir.



4. Paradigma değişimi ani bir algı değişimi anlamına gelir.

Kuhn paradigma kavramını çok farklı anlamlara karşılık gelecek şekilde kullanmışsa da öz olarak paradigmadan kastının, bir bilim dalının kavram ve faaliyetlerini düzenleyen ve bunları kendi sistematiği içerisinde tutarlı hâle getiren teorik varsayımlar, çözümleme yöntemlerini içeren standart örgütleyici ilkeler olduğunu söylemek mümkündür. Paradigmalar, Normal Bilim dönemlerinde ilke ve araştırma konularını belirleyici rol oynarlarken paradigmaların geçersiz hale gelmesine yol açan yeni sonuçlar, Bilimsel Devrim’e sebep olmakta ve böylece hem bilimsel etkinliğin ilkeleri hem de araştırma konuları değişmektedir.

Normal Bilim döneminde bilim adamları bulgularını paradigmanın diliyle uyuşturmaya çalışırlar. Ancak önceden kuralları belirlendiği için bir bulmaca çözmeye benzeyen sorun çözme paradigma içerisinde giderek zorlaştıkça yeni arayışlar, açıklama modelleri geliştirilmek istenir. Bu şekilde ortaya çıkan karşıt örnekler ve kuraldışılıklar Bunalım Dönemi’ni başlatırlar. Böylece mevcut paradigmanın yetersizliği nedeniyle başlayan arayışlarla yeni paradigmaya geçilmek zorunda kalınır. Ancak bu geçiş devrimsel niteliktedir, yeni bilim anlayışı eldeki mevcut tüm bilgileri yeni bir anlayışla tekrar tasnif eder. Kuhn’a göre yeni paradigmanın daha iyi bir açıklama sunmasının rasyonel bir dayanağı yoktur, çünkü rasyonalitenin kendisi paradigmanın ürünüdür. Yani her bilimsel paradigma kendi açıklama modeline karşılık gelen, algılama biçimiyle ilgili bir rasyonalite üretir. Bu durum nedeniyle Kuhn, bilimsel ilerlemenin değil ancak bilimsel değişmenin söz konusu olabileceğini, bilimsel değişme neticesinde ortaya çıkan rasyonalite farklılığı nedeniyle de paradigmaların eşölçülemezliği sonucuna varır. Buna göre her paradigma ya da bilim anlayışı dönemi, kendine has bir ontolojik, epistemolojik, metodolojik ve aksiyolojik özgünlüklerine sahiptir ve kendi rasyonalitesi gereği her biri eşsizdir, yani biri diğerine indirgenemezdir.



Imre Lakatos ve Bilimsel Araştırma Programları

Lakatos temelde Kuhn ve Popper’ı eleştirerek eşölçülemezlik ve yanlışlamacılık kavramları üzerinden bir senteze ulaşır. Öz olarak ifade edilirse yanlışlamacılığı analiz ederek elde ettiği sofistike yanlışlamacılığı Kuhn’un paradigmalarının eşölçülemezliği yaklaşımına uyarlayarak Bilimsel Araştırma Programları Metodolojisi’ni geliştirir.

Lakatos, yanlışlamacılığı; dogmatik, metodolojik ve sofistike yanlışlamacılık olarak ele alıp her birini analiz ve kritik ederek Kuhn’un sofistike yanlışlamacılığı anlamamasını eleştirir.

Lakatos, bilimin hiçbir teoriyi doğrulayamayacağı ama bazı teorilerin kendisiyle çelişen bir gözlem önermesiyle kesin olarak yanlışlanabileceği fikrini ifade eden “dogmatik yanlışlamacılığı”n iki temel varsayıma sahip olduğunu yazar;



a. Teorik ve olgusal önermeleri birbirinden ayıran psikolojik bir sınırın var olduğu varsayımı,



b. Bir önermenin olgusal ya da gözlemsel olduğunun psikolojik ölçütünün yerine gelmesi durumunda onun olgularla ispatlanması, yani doğrulanması mümkündür.

Lakatos, Kant’tan yola çıkarak olgusal olarak adlandırılan önermelerin esasen teorik bir önermeden başka bir şey olmadığı sonucundan hareketle olgusal önermelerin belirli bir gözlem biçimine ve gözlemlerin de bir kurama dayalı oldukları için onları teorik önermelerden ayıran bir sınırın olmadığı sonucuna ulaşır. Her deneysel gözlem bir beklenti ile biçimlenmiş ve bir teoriye göre gözlemlenmiş olmaktadır. Böylece dogmatik yanlışlamacılığın ilk varsayımını geçersiz kabul etmiştir. İkinci varsayımla ilgili olaraksa, önermelerin olgularla ispatlanamayacağını, çünkü her önermenin olgudan değil bir başka önermeden çıktığını ileri sürer. Bu nedenle teorilerin doğruluğunun ispatlanamayacağı gibi yanlışlığının da ispatlanamayacağı sonucuna varır. Bu, bilimin bütün önermelerinin teorik olduğu ve yanılabilir olduğu anlamına gelmektedir.

Bilimsel ifadelerin yanılabilirliği ilkesini, yani ne doğrulanabilir ne de yanlışlanabilir olduklarını ileri süren Lakatos, uylaşımcılığın bir türü olan metodolojik yanlışlamacılığı da eleştirir. Popper’ın metodolojik yanlışlamacılığı; uylaşımcılıktan farklı olarak üzerinde anlaşmaya varılan ifadelerin tekil olduğunu ve dogmatik yanlışlamacılardan farklı olarak da bir ifadenin doğruluk değerinin olgularla değil, bazı durumlarda anlaşmayla kararlaştırılabileceği düşüncesini barındırır. Buna göre bilim adamlarının olguları yorumlaması yanılabilirlik ilkesine tabidir. Ancak bir teorinin yanlışlanması, yanlışlamanın ispatlanamayacağından dolayı onun yanlışlandığının ispatlanması anlamına gelmeyecektir. Bu durumdaysa bilimsel bir kaos ortaya çıkacaktır, çünkü hangi teorinin eleneceğine karar vermek güçleşecektir. Lakatos bu durumda başvurulacak tek şeyin deney olduğunu ve bir teorinin şayet deneysel temel taşıyorsa bilimsel olacağını ileri sürer.

Bu kriter üzerinden Lakatos sofistike yanlışlamacılığa göre bir teorinin eğer rakibinden farklı olarak daha fazla deneysel içeriğe sahipse kabul edilebilir olduğunu belirtir. Buna göre daha fazla deneysel içerik yanı sıra diğer teorinin tüm başarılarını açıklama gücü de kabul edilen teorinin özelliği olmalıdır. Bu şekilde teori yeni olguların keşfine de olanak sağlayarak bir problem kayması var ederek ileri götürücü bir vasıf da kazanmış olmaktadır. Şayet bunu sağlamıyorsa Lakatos’a göre o teori yozlaştırıcıdır ve sahte bilim olarak reddedilmelidir.

Lakatos, söz konusu sofistike yanlışlamacılığı Kuhn’un paradigmal geçişine uyarlar ve Kuhn’da bulunmayan ortak bilimsel rasyonaliteyi öne çıkarır. Kuhn her paradigmanın kendi rasyonalitesini ürettiği sonucundan hareketle, paradigmaların birbirleriyle eşölçülemezliğini öne çıkarırken Popper gibi Lakatos da tek bir bilimsel rasyonalite olduğu görüşündedir. Ona göre bilimdeki yegâne rasyonalite, bilimsel araştırma programlarının geliştirici veya yozlaştırıcı olduklarını tespit etmeye imkân sağlayıcı rasyonalitedir. Bu tezini ifade etmek için Bilimsel Araştırma Programları Metodolojisi’nde dört kavrama başvurur: Katı çekirdek, koruyucu kuşak, pozitif keşif ve negatif keşif.

Katı çekirdek bilimsel araştırma programının özgün yönü olup temel hipotezleri içerir. Reddedilemeyecek şekilde yapılandırılan bu hipotezler, gözlem veya deney sonucunda ortaya çıkan uyumsuzluk durumunda ad hoc hipotezler veya yardımcı hipotezlerle onarılmaya çalışılır. Söz konusu yardımcı hipotezlerin geliştirildiği alana koruyucu kuşak adı verilir.

Negatif keşif, katı çekirdeği sorgulamanın önüne geçen ve araştırma programının katı çekirdeğini değişikliğe uğratmaması gerektiği talebidir. Negatif keşif bilim adamlarına ne yapmamaları gerektiğini söyler. Negatif keşfin tersine, Pozitif keşifse koruyucu kuşaktaki yardımcı hipotezlerin çürütülmemesi için manipüle edilmesi demektir.

Pozitif keşif amacıyla geliştirilen ve yeni test imkânı var etmeyen ad hoc hipotezler ile katı çekirdeği sorgulamaya yönelen etkinlikler Lakatos’a göre programı ya dejenere eder ya da çökertir.



Kuramsal Çoğulculuk

Kuramsal çoğulculuk ya da anarşist bilgi kuramı, Feyerabend’in bilimde tek bir yöntemin olduğu fikrine karşı ileri sürdüğü tezidir. Feyerabend, Einstein’ın oldukça karmaşık durumlarla karşılaşabilecek olan bilim adamlarının tek bir kurala bağlı kalmayıp ele geçen fırsatlardan istifade etmeleri gerektiği fikrinden hareket ederek bilimsel çalışmada “her şeyin gideceği” sonucuna ulaşır. Feyerabend, bir bilginin bilimsel olup olmamasının insanların ona itaat etmede bir ölçü sağlamayacağını düşündüğü için bilimsel olanla bilimsel olmayan arasındaki farkı gösterecek ölçütlerin çok da önemli olmayacağı bir noktanın bulunduğunu ileri sürer. Nihayetinde bilimsel bilgi kendiliğinden aydınlatıcı ve özgürleştirici de değildir ve bir yerde iktidarın bir aygıtına da dönüşebilecek potansiyeldedir.

Feyerabend gerçek anlamıyla aydınlanma ve özgürleşme için iki yönlü bir kurtuluş stratejisi önerir: Birincisi; toplumun egemen bir bilgi türü olan bilimden korunmasını sağlamak ve ikincisi de bilim adamalarını yöntembilimcilerin cenderesinden kurtarmak. Buna göre bilim adamlarının çalışmalarının halkın yaşamında bir etkisi söz konusu olduğunda sonuçlara sadece bilim adamları katlanmayacağı için bilimsel kararlarda demokratik bir tutum takınılmalı ve halk da söz sahibi olmalıdır. Feyerabend ayrıca Batı biliminin üstünlüğünün doğruluğundan değil, Batı uygarlığının gücünden ileri geldiğini düşünmekte olduğu için politik kararlar ile bilimsel kararlar arasında bir fark görmemektedir.

Bilime içkin bir rasyonalitenin var olmadığını düşünen Feyerabend, olgu, nesne ve olaylar arasında tüm insanların ortak bir algıya sahip oldukları kendiliğinden bir düzen olmadığı için birbirine alternatif tüm bilgilere eşit rekabet şansı tanınması gerektiğini ileri sürer. Buna “çoğalma ilkesi” demektedir. Böylece çürütülse bile rekabette kalan bir teori, diğer teorinin içeriğine katkı sağlayabilecektir. Bu yaklaşımda en öz ifadeyle kuramsal çoğulculuk demektir.

 

Araçsal, İşlemsel, Evrimci ve Yorumsamacı Yaklaşımlar

Hakikatin bir keşif değil, bir icat olduğunu ileri süren ve herhangi bir icadın değerini belirlediği gibi bilginin de değerini pratik değeri üzerinden ele alan pragmatizmden kendi yaklaşımını ayırmak isteyen John Dewey araçsalcılık terimini ileri sürer: Araçsalcı düşüncede teorilerin gerçekliğin tasvir edicileri olarak değil ancak olguların çözümlenmesi ve öngörülmesi için kullanılan birer araç olduklarına vurgu yapılır. Bu nedenle bilimsel teoriler, doğru ya da yanlış olarak değil, başarılı ya da başarısız olarak ayrılırlar.

Karmaşık ve soyut nitelikteki teorik kavramların sınanması için somut gerçekliğe yaklaştırılması ve böylece teorik karmaşanın önlenmesi amacını güden işlemselcilik de araçsalcılık gibi gerçeklik ve kavram arasındaki ilişkiyi merkezine alır. Ancak işlemselcilikte kavramın tanımının uygun olması onun özellikleriyle değil fiilî işlemlerde nasıl kullandığıyla ilgilidir. Her bir kavram işlemler kümesi olarak ele alınır. İşlemselcilik bu anlamda, bilimde teorik ifadelerin işlemsel tanımlara dayandırılması gerektiği fikridir.

Sosyal bilimlerde, doğa bilimlerindeki açıklamanın yeterli olmayacağı ve ondan önce bir anlama ihtiyacı olduğu fikrinden hareketle toplumsal bir davranışın kendi bağlamı içerisinde anlaşılması gerektiği fikrine yorumsamacılık denir. Açıklama, bir sosyal davranışın nedenine odaklanırken yorumsama, bu tarz nedenlerle kurulacak bir genellemeden önce sosyal durumun öznel koşularını, tarihsel durumunu, insanların inançları, değerleri ve kuralları gibi farklı faktörlerce biçimlendirilmiş bağlamları esas alır. Buna göre gözlem, kuram yüklüdür ve davranışlar gelenekle ilişkilidir daima.

Evrimci epistemoloji, insan bilgisinin genişlemesi ile türlerin evrimi arasında bir benzerliğe dayanarak bilgideki eleştiri sürecini doğadaki doğal ayıklanma sürecine benzetir ve bu ayıklanmanın sağlıklı bir biçimde yürütülebilmesi amacıyla en uygun miktarda eleştirel söylemden oluşacak bir “rasyonellik ekolojisi” oluşturulması gerektiğini ileri sürer. Bu ortam aracılığıyla eleştiriye rağmen ayakta kalan bilgi var olabilecek, diğerleri de ayıklanabilecektir. Bu yöntem, bilginin doğruluğu ve yanlışlığını da bu vesileyle çözebilecektir.



Antibilim

Modern bilimin geleneksel dünyaya karşı biçimlenen ve özellikle pozitivizm aracılığıyla yürüttüğü hegemonyası, 1960’lardan sonra Avrupa ve ABD’de de gelişen sosyal hareketlerle beraber daha yoğun olarak sorgulanmaya başladı. Modern bilime karşı ortaya çıkan sosyal ve düşünsel eleştiri hareketi Antibilim olarak adlandırılmaktadır.

Antibilim’in arka planında üç temel unsur vardır: Modern bilimin özellikle teknolojik gelişmeye bağlı olarak ortaya çıkan sonuçları, sosyal hareketleri de besleyen bilhassa Çin ve Hind düşüncelerini merkeze alan Doğu düşüncesi ve Neo-Marksist olarak nitelenebilecek olan Eleştirel Teori.

Bu üç unsur birbirini bütünleyen bir biçimde ortaya çıkar. İki dünya savaşı ile sonuçlanan ve çok büyük yıkımlar getirmekle itham edilen Aydınlanma düşüncesinin sosyal ve siyasal kodlaması, ortaya çıkardığı kriz içinde çözümlenmek istenmiş ve Antibilim odağında gelişen bakış açısının gelişimine olanak sağlamıştır. Rönesans sonrasında bilimsel araştırmanın ana gayesini ve anlamını ihtiva eden doğa üzerinde insan hâkimiyetini sağlama dürtüsüne bağlı olarak evreni insan merkezli olarak okuyup fizikten ahlâka, kültürden siyasete her nesneyi akıl merkezli olarak yeniden kurmak isteyen Aydınlanma düşüncesi; tekonoloji ve savaşların yıkıcı neticeleri nedeniyle sorgulanmıştır. Bu sorgulamalar, bir tepki biçiminde Aydınlanmaya karşı yansıyan teknoloji ve ilerleme düşüncesine karşı doğa merkezli bir arayış ile hâkimiyet anlayışına karşı Doğu’da keşfedilen barış merkezli dünya görüşlerinin ortaya çıkışına olanak sağlamıştır. Ayrıca liberal dünya görüşü ile kapitalizme bir alternatif olarak beliren Marksist tezlerin de iflas etmesi, entelektüel planda Marksizmin yeni yorumlarını gerektirerek Frankfurt Okulu etrafında Neo-Marksist Eleştirel Teorinin doğumuna yol açmıştır. Eleştirel Teori Marksizmin (altyapının üstyapıyı biçimlendirdiği deterministik çıkarımlar gibi) klasik kalıplarını yeniden yorumlamayla aşarken Aydınlanma düşüncesi ve değerlerini de sorgulamıştır.

Bu çerçeve içerisinde ifade edilirse Antibilim, Rönesans’tan bu yana devam eden bilimsel anlayışı eleştiren bir tutum olarak modern bilimin ana varsayımları ile sonuçlarını birlikte ele alarak onu aşmanın ve bilim ve değer arasındaki koparılmak istenen bağı yeniden gündeme getirilmesine katkı sağlamanın bir yolu olarak görülebilecektir.



Postmodern Durum

Bir dönemleştirme çabasının karşılığı olarak postmodern dönem, geleneksel dünya üzerine inşa edilen modern değerlerle örülü dönemin değerlerinin sorgulanmaya başlandığı bir süreç olarak adlandırılmaktadır. Aydınlanma ideallerine karşılık gelen modern dönem nitelemesine eleştirel bir sorgulama olarak postmodernlik, akıl aracılığıyla inşa edilmiş “büyük anlatılar”ın sonu anlamına gelmektedir. Büyük anlatılar, hem geleneksel dünyanın din olgusu etrafında biçimlenmiş değerler dokusunu hem de modern dönemin ideolojik ve söylemsel kodlamalarına karşılık gelen bütüncül açıklama modelleridir.

Postmodernlik, felsefî olarak modern olanı da geleneksel olanı da eleştirirken yine insan anlayışını merkeze almakta ve fakat değerlere ilişkin belirli söylemsel tutumlar bir anlamda totaliter olarak görüldüğü için aşılıp her değerin eşit koşullara sahip olması hakkı etrafında bir rölativiteye de karşılık gelmektedir. Bilimsel anlayış çerçevesinde özellikle Feyerabend’te öne çıkan “her şey gider” ifadesi en genel çerçevede postmodern durumu özetleyen bir ifade de olmaktadır. Özellikle kuantum mekaniğinde ve atomaltı dünyaya ilişkin gözlem ve teorilerde hayat bulan belirsizlik ilkesi, modern bilimin mutlakiyetçiliğini sorgulanabilir kılmış ve postmodern görüşün onu da diğer masallardan birisi olarak niteleyen görüşlerin ortaya çıkışına olanak sağlamıştır.

(Yazıda Ömer Demir’in “Bilim Felsefesi” isimli kitabından yararlanılmıştır.)

 

YAZAR HAKKINDA
Alper Gürkan
Alper Gürkan
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN