Abone Ol

Kökenlilik ve Biz

Kökenlilik ve Biz
Ehl-i Sünnet geleneğinde bir kişinin âlim olarak kabul edilmesi için dört şart koşulmuştur. Bu kabul anonim bir şekilde oluşmuş ve yayılmıştır. Bu şartlar, icâzetli olup bir silsileye sahip olmak; ilmiyle âmil olmak; çeşitli ilmî imtihan, münazara vb. şekillerde denenmiş olmak ve son olarak iktidarla münasebette dengeyi yakalamak şeklinde, sıralanabilir. İcâzet, diploma hüviyeti taşıyıp İslâmî ilimlerdeki yeterliliği ve ders verme yetkinliğini ifade eder. İcâzet verilen kişiyi bu şekilde yetkilendiren hocası, icâzet belgesine icâzeti veren kişi olarak da kendi ismini yazar. Daha sonra kendisine icâzet veren hocasının ismini kaydeder. Ve bu şekilde silsile Hz. Resûlullah (s.a.s.)’e kadar devam eder. İşbu silsile, icâzet verilen ilimlerin kaynağının önceki âlimlere ve nihayet Hz. Resûlullah (s.a.s.)’e dayandığını, bir asla, menbaa ve kökene sahip olduğunu ortaya koyar. Aynı zamanda bu köken, nesil be nesil aktarılan tecrübe ve birikimi; uçları derinlerde olan sağlamlığı, güveni ve asilliği ifade eder.

Ehl-i Sünnet geleneği dışındaki diğer mezhepler içinde de benzeri bir eğilim vardır. Her bir mezhep kurucuları ile Hz. Peygamber (s.a.s.) arasında bu şekilde bir silsilenin varlığını iddia ederek kendisinin nebevî asla/kökene dayandığını ortaya koymaya çalışmaktadır. Aynı şekilde manevî terbiye kurumları olan tarikatlar için de durum böyledir. Mürşitlikte ehliyet, bir silsile ile Hz. Peygamber (s.a.s.)’e ulaşan icâzetle elde edilir. Zahirî ilimlerin kökeni Allah Resûlü olduğu gibi manevî ilimlerin de kökeni Muhammed Mustafa (aleyhi’s-salâtü ve’s-selam)’dır.

İslâmî gelenek itibariyle durum bu iken, insanın kendisi de bedenen ve ruhen bir kökene sahiptir. Kendi varlığı anne-babasına, onların varlıkları da kendi ebeveynlerine bağlıdır. Ta ki bu silsile Âdem (a.s.)’a kadar gider. Ruhen ve psikolojik olarak da insan bir kökene sahiptir. Bireyin ruh hali ve psikolojisi dar çevre denilen etrafındaki yirmi-yirmi beş kişilik insan grubunun etkisiyle oluşmaktadır. Tabi bununla birlikte soydan aktarılan, DNA ile taşınan genleri unutmamak gerekiyor. Ortaya çıkan bu fotoğrafı eskiler “ot, kökü üstüne biter” cümlesiyle ifade etmişlerdir.

İnsanın emek ve ürünü olan sanat, edebiyat, sanayi, teknoloji, düşünce-fikir ve hareket gibi diğer alanlarda da aynı şekilde köken söz konusudur. İnsan neredeyse her bir şeyi kümülatif olarak oluşturur. Keşifler dahi öncekilerin bulguları üzerine yeni bir şey koyarak gerçekleşir. Bu bağlamda insan için kökensiz hiçbir şey düşünmek mümkün değildir. Yani insan ve insana dair her şey bir kökene bağlı olarak var olur. Siyasette böyledir, ilimde de, sanatta da. Hammâd b. Ebû Süleyman olmadan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe düşünülemeyeceği gibi Ebû Hanîfe olmadan da İmâm-ı Ebû Yusuf düşünülemez. İbn Kayyim el-Cevziyye hocası Teymiyye’den ayrı düşünülemeyeceği gibi; İbn Asâkir ve İbn Kudâme el-Makdisî olmadan da İbn Teymiyye düşünülemez. Yine Selçuklu olmadan Osmanlı; Osmanlı olmadan da Cumhuriyet düşünülemez. Zira Osmanlı, Selçuklu’nun, Cumhuriyet de birçok kurumu itibariyle Osmanlı’nın devamıdır. İlahî olması itibariyle İslâm da önceki dinlerin devamıdır. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de Hz. Âdem (a.s.)’dan başlayan risâlet silsilesinin en son ve en güzide halkasıdır. İlahî hitap şöyle buyuruyor: “De ki: Ben peygamberler içinden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilene uyuyorum ve ben yalnızca apaçık bir uyarıcıyım” (el-Ahkâf 46/9). Ayet-i kerime Hz. Peygamber’in nereden geldiği, nasıl ortaya çıktığı belirsiz bir insan olmadığını ve daha önce gönderilmiş peygamberler gibi görevlendirilmiş olduğunu anlatmaktadır.

Yakın döneme geldiğimizde ise kökenlilik itibariyle söylenmesi gerekenler bulunmaktadır. Bu dönemde İslâmî camiaya fikren, siyaseten ve kültürel olarak örneklik teşkil eden zevatın kaybını yaşamaktayız. Öncülerini yitiren nesil, fikir ve eylem sürekliliğinde kopuşa maruz kalmıştır. Yitirilen bu zevatın yakın dönem İslâm düşüncesinde fikrî yönü önemli olduğu kadar yaşamsal ve bizatihi örneklikleri de o kadar önemlidir. Mehmet Akif’ten Mustafa Sabrî Efendiye, Hasan el-Benna’dan Mevdûdî’ye, Bediüzzaman’dan Necmettin Erbakan’a, Necip Fazıl’dan Nurettin Topçu’ya, Mehmet Zahit Kotku’dan Tahir Büyükkörükçü’ye, Metin Yüksel’den Sedat Yenigün’e kadar sayamayacağımız nice kaybımız söz konusudur. Daha yakın bir döneme geldiğimizde de İslâmî hafıza bağlamında tanınan ya da kendi yerelinde hizmeti olmuş birçok değerli Müslümanın ahirete irtihaline şahit olmaktayız.

Bu zatlar kendi seleflerinden aldıkları İslâmî değer adına ne varsa bizlere bihakkın teslim etmeye ve oluşan şartlara göre gerekenleri yapmaya çalıştılar. Elbette hepsinin mefkûreyi telakki eyledikleri kendi selefleri var idi. Şimdilerde bu önemli zevatın kaybı ile sarsılan bizler, modernitenin yıkıcı etkilerini kendi seleflerimizden daha tesirli bir minvalde hissediyoruz. Hz. Resûlullah (s.a.s.)’dan sonra sahabe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn nesli gibi öncü bir nesil bulunmuş ve fikri sürekliliği sağlamışlardır. İslâmcılık açısından da böyle öncü bir nesil bulunmaktadır. Bu neslin son temsilcileri henüz aramızdayken örneğin MTTB, Akıncılar’ın kurucuları veya İskenderpaşa dergâhında yetişenler aksakallarıyla hâlâ aramızda iken bu öncülerin kıymetini bilmek boynumuzun borcudur. Kara kaplı kitapları derme-çatma medreselerde okuyarak yetişen titlesiz/unvân âlimlerimizin de fedakârlıklarının farkında olmalıyız.  İlmî, fikrî, cihadî ve amelî anlamda yeni nesle öncülük eden bu zevatın değerini bilmekle birlikte sözlü hafızalarını, hatıralarını ve sadırlarında/gönül sakladıkları değerleri kayda geçirmek önem arz etmektedir. Hayat ve mücadelelerini kitaplarla, filmlerle, yazılarla velhâsıl çeşitli kültürel araçlar ile sonraki nesillere aktarmak ve sürekliliği sağlamak zorundayız. Zira kökü çürüyen ağacın yıkılacağı gibi kökenini yitiren düşünce de yok olup gidecektir.

Hz. Resûl’e kulak verelim: “Allâh Teâlâ ilmi, kullarının sadrından silmek ve çekip almak sûretiyle kaldırmaz. Ancak âlimlerin rûhunu kabzetmek sûretiyle alır. Nihâyet hiçbir âlim kalmayınca insanlar kendilerine câhil bir takım kimseleri reis edinirler. Bunlara sualler sorulur, onlar da ilimleri olmadığı halde fetvâ verirler. Böylece hem kendileri dalâlete düşer, hem insanları idlâl ederler” (Buhârî, “İlim”, 34; Müslim, “İlim”, 13).

YAZAR HAKKINDA
Abdurrahman İhsanoğlu
Abdurrahman İhsanoğlu
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN