Abone Ol

28 ŞUBAT’IN HİKÂYESİ: “Burası Devlete Meydan Okunacak Yer Değildir”

28 ŞUBAT’IN HİKÂYESİ: “Burası Devlete Meydan Okunacak Yer Değildir”
İnsanlar topluluk halinde yaşamak zorundadır. İlahi müdahale insanlığı bu yönde bir kabiliyet ve zaruret yüklemiştir. Bunun için insanların birlikte yaşamaya dair mutlaka bir gayret ve organizasyonları olmalıdır. Devletin bu anlamda vazifesi önemli ve gereklidir. İnsanların bir arada müreffeh, mutlu, güvenli ve insanca yaşaması için vesile kıldıkları kurumun adı devlettir. Kelamda cevher ve araz diye iki kavram vardır. Cevher maddenin kendisini araz ise o maddeye bağlı olarak ortaya çıkan özellikleri ifade etmek için kullanılır. En basit ve kısa ifadesiyle bir şeyin özüne cevher, süsüne arazdır diyebiliriz. Buradan örneklendirecek olursak insanı cevher, devleti ise araz olarak değerlendirmemiz gerekiyor. 

İnsanlık kadim zamanlardan bu yana bu ihtiyaca değişik şekillerde cevap vermiştir. Eski Yunan’dan günümüze kadar her çağın şartlarında farklı örgütlenme biçimlerinde devletler oluşmuştur. Site devletleri, derebeylik, imparatorluk, krallık ve hanedanlık gibi birçok devlet modeli tarih sahnesinde yerini almıştır. Bu yönetimler zaman zaman despot bir yöneticinin insafına zaman zaman ise adil bir yöneticinin merhametine şahitlik etmiştir.

Artık günümüze geldiğimizde dünyanın genelinde ulus devlet dediğimiz bir örgütlenme modelinin hâkim olduğunu görüyoruz. Batıda başlayıp tüm dünyayı saran bir organizasyondan bahsediyoruz. Ulus devlet modelinin en önemli özelliği varlığının bir kimliğin merkeziliğinde ulus inşa etmeye bağlı olmasıdır. Devlet bu amaçla eğitimden sosyal hayata kadar her alanı kontrol etmeyi tercih ediyor. Bu şekilde devletin bu alanlara olan müdahalesi mekânsal sınırların yanında düşünsel sınırları da beraberinde getiriyor. Nasıl ki mekânsal sınırlar vatan kavramı üzerinden kutsanıyorsa düşünsel sınırlar da aynı mahiyette kutsanıyor. Bu sınırlar aşıldığı sürece de ulus devlet gücünü göstermekten geri durmuyor.

Bu durum devletin kendisini öz olarak görmesinden kaynaklanıyor. Yani bu sorunlu bakışa göre devlet araz değil cevherdir. Böylece öz devlet olunca tüm arazlar devlete göre şekil almak zorunda kalıyor. Bu da insanı devlete tabi kılmaktadır. Devletin bekası gerekçe gösterilerek insan üzerinde hakka ve adalete uymayan tasarruflarda bulunulması devlete yönelik bu sorunlu yaklaşımın bir sonucudur.

Devlete yaklaşılan sorunlu yaklaşımın ikinci perdesi devletin gücünü kullananların devleti sahiplenmesidir. Bu gücü zaman zaman siyasi kurumlar kullanmışken zaman zaman da askeri ve sivil bürokrasi tarafından kullanılmıştır. İşte bu güçlerin tercih ettiği ideolojik yaklaşım devletin bizzat kendisi olarak algılanırken bu kavramların dışına taşan her irade de engellenmeyle karşı karşıya kalıyor.

İşte 28 Şubat’ın hikâyesi burada başlıyor. 28 Şubat süreci kendini devletin bizzat kendisi görenlerin, hatta sahip oldukları kimliği ve ideolojik çerçeveyi devletin öznesi olarak kabul edenlerin farklı bir ses tonuna duydukları rahatsızlığın sonucudur. Sadece 28 Şubat olarak değil yaşanan tüm darbelerin sebeplerini bu psikolojide ve anlayışta arayabiliriz. Bu müdahaleleri devlet benim diyenlerin devletin temel misyonundan ayrıldığı gerekçesiyle yöneticilere ayar verme ya da yön tayin etme gayreti olarak görebiliriz.

Peki, 28 Şubat’ın hikâyesini ortaya çıkaran farklı sesler neydi?

Devleti sahiplenenlerin karşısına halka “devlet onlar değil, sizsiniz” diyen bir yönetim çıkmıştı. Uygulamaya çalıştığı ekonomik ve sosyal politikalarla devlet benim diyen ve bunların şemsiyesinde gölgelenenlere rahatsızlık vermişti. Bu sürecin aktörlerinin tüm kollardan nasıl çırpındığı o günleri yaşayanların malumudur. Devleti sahiplenenler ne devletin imkânlarını, ne üretilen değerleri, ne de itibarı paylaşmak istiyordu. Bu yüzden devlet, merkezileştirdiği kimliği ve ideolojik çerçeveyi bu sürecin yürümesinde önemli bir gerekçe olarak kullanmıştır.

Bir de bu sürecin uluslararası boyutunun da olduğunu unutmamak gerekir. Dünyanın tüm zenginliklerini sahiplenen ırkçı emperyalizm, kurduğu sistemine itiraz edebilecek siyasi zeminlere çeşitli yöntemlerle mücadele etmeyi tercih ediyor. O günün şartlarında yeni bir dünya ideali ile yola çıkarak D-8 çekirdeğinden başlayarak sisteme itiraz eden tüm ülkeleri bir birlik etrafında toplama gayretleri elbette ırkçı emperyalizmi rahatsız etmişti. Irkçı emperyalizm ile devlet benim zihniyetindekilerin ortak amaçta buluştuğu zemin 28 Şubat sürecidir.

Bu sürecin görünen yüzü günümüz için son bulmuş gibi algılanabilir ama içerik olarak baktığımızda 28 Şubat sürecinin bir zihniyet olarak kabuk değiştirerek devam ettiğini görüyoruz. Günümüzde de devleti sahiplenen, kendi fikri zeminini devletle özdeşleştiren, zenginlikleri kendilerine yontan, farklı renk ve ses tonlarına tahammülü olmayan, ırkçı emperyalizmin işleyişine özde ses etmeyen bir anlayış hâkim. Eğer gerçek anlamda bu sürecin karşısında durmak istiyorsak devleti değil halkı, kimliği değil insanı, tek bir zihniyeti değil tüm farklılıkları sahiplenmeliyiz. 

YAZAR HAKKINDA
Muhammet Esiroğlu
Muhammet Esiroğlu
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN