Abone Ol

“Darbeciler milletimizi dini değerlerinden uzaklaştırmayı hedeflemiştir”

“Darbeciler milletimizi dini değerlerinden uzaklaştırmayı hedeflemiştir”
Anadolu Gençlik Dergisi: 28 Şubat hukuk için ne anlama geliyor?

Süleyman ARSLAN: “Postmodern darbe” olarak nitelendirilen 28 Şubat’ın niteliği hakkında kişilerin durduğu noktaya göre farklı değerlendirmeler yapılabilir şüphesiz. 28 Şubat hukuki, siyasi, askeri, dini, iktisadi, içtimai ve benzeri birçok yönden irdelenmesi gereken bir olaydır. Hukuk açısından bakılacak olursa, 28 Şubat’ın ordunun doğrudan yönetime el koyduğu klasik darbelerden farklı bir görünümü var ama yine de darbedir. Hukuk ve demokrasiye, milletin iradesine yapılan bir darbedir. Ordu içindeki etkili bir kesim “Batı Çalışma Grubu” adıyla bir suç örgütü oluşturmuş, ülke içi ve dışı odaklarla hukuk ve demokrasi dışı irtibatlar kurarak bütün orduyu ve ordu dışı iş birlikçilerini suç aygıtı haline getirmiştir. Bu suç örgütü, hukuki sorumluluktan kaçınmak, ülke ve dünya kamuoyunda demokrasi açısından çelişkili bir durumda kalıp baskılara maruz kalmamak, iç ve dış destekçilerini zor durumda bırakmamak adına doğrudan yönetime el koymamıştır. Ancak bütün ağırlığıyla yönetime müdahale etmiş, bir hükümeti görevini yerine getiremez hale getirmiş, cebir ve hile ile başka bir hükümeti işbaşına getirmiştir. Ve o hükümetin de halkın iradesi doğrultusunda kendi serbest iradesiyle yasama ve yürütme yetkisini kullanmasına fırsat vermemiş, hukuk ve demokrasi dışı müdahalelerle ülkeyi maddi ve manevi büyük zararlara uğratmıştır. Bu nedenle de daha sonra 2013 yılında 103 sanık hakkında “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini cebren devirmeye, düşürmeye iştirak” suçundan dava açılmış, görülen davanın sonucunda 21 sanığa ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmiş, 14 sanığın müebbet hapis cezası Yargıtay tarafından onanmıştır.

Ancak belirtmeliyim ki, söz konusu suç örgütü, sadece hükümete müdahil olmakla kalmamış, doğrudan veya dolaylı yollarla YÖK gibi hükümet dışı organlara, yargıya, medyaya, ekonomik ve sosyal hayata da suç niteliğinde müdahalelerde bulunmuştur. Hepsi baskı altında mağduriyet yaşamışlardır. Esasen, darbecilerin asıl hedefi hükümet değil, topyekûn bir millet olmuştur. Darbeciler milletimizi bin yılı aşan bir süredir uğruna savaşlar verdiği dini değerlerinden uzaklaştırmayı, irtica ile mücadele maskesi altında toplumu laikleştirmeyi, milleti İslam’dan uzaklaştırmayı hedeflemiştir. Millet kendi değerlerine uygun bir hükümeti işbaşına getirdiği için darbeye muhatap olmuştur. Hükümet topluma yapılan darbenin önünde bir set olduğu için hedef haline gelmiştir. Eğer hükümet, bu konuda engel olmayıp suç örgütünün isteklerini yerine getirmiş olsaydı bu postmodern darbeye maruz kalmaz, suç örgütünün bir parçası olarak o gün için kendini kurtarırdı.

Diğer yandan, bu postmodern darbe ordu içindeki mihrakların yanında iç ve dış iş birlikçileriyle birlikte gerçekleştirilmiş bir darbedir. Ancak 28 Şubat’ın bu yönleri araştırılıp yargıya konu edilmemiştir. Halbuki, bu süreçte, medya eşliğinde halkı birbirine düşürecek düzmece olaylarla milletin değerleri aşağılanmış, medya aracılığıyla bütün topluma korku salınmış, toplum ayaklandırılmaya çalışılmıştır. Yüksek yargı mensupları Genelkurmay salonlarına otobüslerle taşınarak brifingli tehdit ve baskılara tabi tutulmuş, başörtüsü lehine verdikleri kararlar yüzünden bürokratlar ve hâkimler cezalandırılmış, görev yerleri değiştirilmiş, yerel mahkemelerin verdikleri hukuka uygun kararlar baskı altındaki yüksek yargıda bozulmuş, baskı ile haksız kararlar çıkarılmıştır. Hukuk adına verilen kararlar yargıya baskı ile verilmiş kararlardır. Mağdurların açtıkları davalar yargıya baskılar yüzünden olumsuz sonuçlanmış, sayıları milyonları aşan mağdurların hakları çiğnenmiş, adalet yerini bulmamıştır. Çiğnenen insan hakları ihlallerinin sayısını tespit edebilmek mümkün değildir.  Bu yönüyle de büyük bir hukuk katliamı yaşanmıştır. Bu hukuk ve insan hakları katliamı sürecinin bütün failleri de yargılanmamış ve cezalandırılmamıştır.

Kısacası, 28 Şubat askerli süreci ülkemizde hukuk adına yüzkarası bir dönemdir.

 

AGD: Yargıçlar davalara bakarken mevcut sosyal ve siyasal ortamdan etkilenirler mi? 28 Şubat’ta nasıl siyasi bir ortam vardı ve o dönemdeki yargıçlar o hava içinde neler yaptı?

ARSLAN: Şüphesiz her insan gibi yargıçlar da mevcut sosyal ve siyasi ortamdan, kendi yetiştikleri ortamdan, beslendikleri fikir kaynaklarından etkilenir. Bu doğal bir şeydir. Ancak, fikri hür vicdanı hür hâkimler kararlarını verirken bu etkilenmeyi hukuk ve adaletin tecellisi yönünde gerçekleştirmelidirler ve bunu yapabildikleri ölçüde adaletin temsilcisi olurlar. Ne var ki, o süreçte, yargı mensupları sadece mevcut sosyal ve siyasi ortamdan etkilenmemiş, doğrudan yaptırımlara tabi tutulmuştur. O dönemki Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) başörtüsü mağduru öğrenciler lehine karar veren hâkimler hakkında işlemde bulunmuş ve kamuoyunda duyurmuştur. Örneğin, Samsun İdare Mahkemesi'nde görevli 5 hâkim, okula alınmayan bir öğrencinin lehine karar vermek suçlamasıyla 28 Şubat sürecinde sıklıkla başvurulan bir yöntemle, çeşitli yerlere sürgün edilmiştir. Yine, başörtülü öğrenciler lehine karar verdikleri gerekçesiyle Bursa 2. İdare Mahkemesi Başkanı Sabri Ünal Aydın'a, Hâkim M. Ali Ceren Gaziantep'e Kurul kararıyla sürgün edilmiştir. Bu hâkimlerin, öğrenciler aleyhine karar vermeleri için başta dönemin Bursa Valisi olmak üzere birçok çevreden yoğun baskı yapılmıştır. Bursa Valiliği, Bursa 2. İdare Mahkemesi'ne verdiği "gizli" ibareli savunmasında, başörtüsü meselesinin bir rejim sorunu olduğu ve mahkemenin bu konuda hassas davranması gerektiğini belirtmiş, Edirne İdare Mahkemesi Başkanı’nın başörtülü üniversite öğrencileri lehine verdiği karar sonrasında Trabzon'a sürülmesini tehdit aracı olarak kullanmıştır. Bazı hâkimler eşinin başörtülü olması ve "irticai bir yaşam" sürmesi gerekçesiyle sürgün edilmiştir. Bir general hakkında suç duyurusunda bulunan Hatay Savcısı Erzincan'a sürülmüş, ayrıca "kınama" cezası verilmiş, daha sonra da istifa etmek zorunda bırakılmıştır. Bunlar devam ederken ve Anayasa'nın 125. maddesine göre "İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açık"ken, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarına karşı yargı yolu, yine Anayasa tarafından kapatılmıştır.

 

AGD: O dönemde yanlış karar veren yargıçların temel dayanağı neydi?

ARSLAN:  Aslında 28 Şubat sürecinde verilen bu kararlara yanlış karar değil de haksız karar demek daha doğru olur. Çünkü yanlış karar hâkimin hür vicdanı ile doğru karar vermeye çalışırken hükümde hataya düşmesini ifade eder. 28 Şubat’ta verilen haksız kararlar ise hâkimlerin bilerek ancak baskı dolayısıyla istemeksizin veya ideolojik veya siyasi amaçlarla verdiği kararları ifade eder.  Bu süreçte kılık kıyafet kurallarına aykırılık nedeniyle yapılan disiplin soruşturmalarında devlet memuriyetinden çıkarma cezası teklifi getirmeyen müfettişler dahi disiplin işlemine tabi tutulmuştur. Başlangıçta birçok yerel mahkeme doğru karar verdiği halde, daha sonra temyiz aşamasında kararları bozulmuştur. Vicdanen benimsemedikleri halde askeri baskı altındaki yüksek yargının bozma kararları uyarınca haksız kararları vermek zorunda kalmışlardır. Tabii, bunun yanında ideolojik ve siyasi amaçlarla veya gelecek kaygılarıyla bile isteye haksız kararlara imza atan hâkimler de olmuştur. Bu dönemde öne çıkan davalar ortaöğretim ve üniversitelerdeki öğrencilerin, öğretmen ve öğretim üyelerinin veya kamuda çalışan başörtülü kamu görevlilerinin aldıkları disiplin cezalarına karşı açılan davalar olmuştur. Başörtüsü dolayısıyla uyarmadan devlet memuriyetinden çıkarmaya kadar birçok disiplin cezası verilmiştir. Bu cezaların iptali için davalar açılmışsa da sonuçsuz kalmıştır. Kılık kıyafet kurallarına aykırılık nedeniyle devlet memuriyetinden çıkarma cezası verilemeyecekken suç vasfı değiştirilerek “ideolojik ve siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükûn ve çalışma düzenini bozmak” ithamıyla devlet memuriyetinden çıkarılmışlardır. Halbuki, bu suçu işleyenler 28 Şubat’ın mağdurları değil, tam aksine failleridir.  Temel gerekçeleri irticayla mücadele ve laikliğin korunmasıdır. Ancak yaptıkları irticayla mücadele değil, laikliği korumak değildir. Tam aksine, kendilerinin devlet memuriyetinden çıkarılmasını gerektiren ideolojik ve siyasi amaçlı işlem ve eylemlerdir, mahkumiyetlerini gerektiren suç niteliğindeki fiillerdir. İdeolojik ve siyasi amaçlarla çalıştıkları kurumların huzur, sükûn ve çalışma düzenini bozmuşlardır. Başta devlet memurları ve öğrenciler olmak üzere vatandaşların anayasayla korunan değerlerine, hürriyetlerine saldırmışlar, insan haklarını her boyutuyla ihlal etmişlerdir.  Bu davaların bir kısmı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmişse de maalesef AİHM burada çifte standart uygulamış, esasen bir insan hakları ihlali olduğunu görmüşse de devletin takdir hakkı çerçevesinde Sözleşmeye aykırı bulmamıştır.

Bu şartlarda birçok kişi uğradığı mağduriyete karşı daha fazla mağdur olmamak adına dava bile açamamış, önemli bir kısmı da istifa etmek zorunda kalmıştır.

Bunun tek istisnası, şahsen tarafımdan takip edilen Melek Sima Yılmaz dosyası olmuştur. Dosyaya konu olayda, 9. Kolordu Komutanlığı’nın Erzurum’daki okullarda yaptığı istihbarat çalışmaları sonucu aralarında Melek Sima Yılmaz’ın da olduğu başörtülü öğretmenler hakkında soruşturma yürütülmüştür. Bu soruşturma sonucu devlet memuriyetinden çıkarma cezası önermeyen ilköğretim müfettişi disiplin soruşturmasına tabi tutulmuş, hakkında disiplin cezası uygulanmış, müfettişlik görevinden alınarak öğretmen yapılmıştır. Yerine atanan Bakanlık müfettişlerince Melek Sima Yılmaz hakkında devlet memuriyetinden çıkarma cezası önerilerek devlet memuriyetinden çıkarılmıştır. Erzurum İdare Mahkemesi bu kararı iptal etse de Milli Eğitim Bakanlığı’nın temyizi üzerine Danıştay yerel mahkemenin kararını bozmuştur. İç hukuk yolları tüketilince adil yargılanma yapılmadığı gerekçesiyle AİHM’e başvuru yapılmış ve bu başvuruda adil yargılama hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir. Bunun üzerine ülkenin normalleştiği dönemde yargılamanın yenilenmesi yoluyla Türkiye’de tekrar yargılama yapılmış ve devlet memuriyetinden çıkarma cezası iptal ettirilmiştir. Böylece çalıştırılmadığı altı yıllık süreçte yoksun kaldığı tüm haklarını ve maaşlarını tazmin ettirdiği gibi manevi tazminat da almıştır. Bu karar emsal bir karardır. Ancak benzer durumdaki binlerce başörtüsü mağduru devlet memuru davaları 28 Şubat sürecinde kesinleştiği için bu haklarına kavuşamamıştır.  Dolayısıyla, haksızlığa uğradıkları kesin olan bu kişiler açısından mağduriyet devam etmektedir. Evet, devlet vatandaşlarıyla helalleşmelidir. Helalleşmeye de buradan başlanılmalıdır.

 

AGD: Yargıçlar toplumun beklentilerine göre mi yoksa ilgili suçlamalar ışığında eldeki maddi ve somut deliller üzerinden mi karar vermelidir? 28 Şubat’ta bunların hangisine göre hareket edildi?

ARSLAN: 28 Şubatta ne toplumun beklentilerine göre ne de eldeki maddi ve somut delillere göre değil, askeriye içinde örgütlenmiş “Batı Çalışma Grubu” namlı suç örgütünün emir, talimat, tavsiye ve telkinlerine, daha ötesi küresel aktörlerin isteklerine göre karar verilmiştir. 28 Şubat İslam’ın dünyadaki gelişmesini önlemeye yönelik küresel bir projenin pilot uygulamasıdır. Önce ulusal ölçekte 28 Şubat postmodern darbe pilot uygulaması yapılmış, daha sonra bu uygulamanın ışığında 11 Eylül küresel darbesi gerçekleştirilmiştir. İkisinde de önce kendi kurguladıkları marjinal gruplara İslam adına İslam dışı işler yaptırılmış, daha sonra da Müslümanların da desteği alınarak, en azından psikolojik dirençleri kırılarak Müslümanlara darbe yapılmıştır.

 

AGD: 28 Şubat’ın simge davalarından biri olan Refah Partisi’nin kapatılması ve o dönemdeki “mecliste türban” krizi hakkında neler söylersiniz? Ve o dönemdeki antidemokratik kararları ve insan hakları ihlallerini önümüze koyan başka hangi örnekleri verebilirsiniz?

ARSLAN: Gerek Başbakan Erbakan’a MGK’da yapılan baskılar, gerek Refah Partisi’nin kapatılması, gerekse Merve Kavakçı’ya başörtüsü nedeniyle milletvekili yemini ettirilmemesi millet iradesine, milletin seçme ve seçilme hakkına, örgütlenme özgürlüğüne, din ve vicdan hürriyetine, topyekûn insan haklarına aykırı, hukuk dışı, antidemokratik uygulamalardır. Başörtüsünden dolayı milletvekili yaptırılmaması kadına karşı şiddettir, cinsiyet temelli ayrımcılıktır. Esasen bu ihlallerin çoğu doğrudan veya dolaylı çoklu ayrımcılık niteliğindedir.  Birçok hak birden ihlal edilmiştir. Kesintisiz 8 yıllık eğitim ve İmam Hatip Liselerine katsayının farklı uygulanması, ilahiyat fakültesi kontenjanlarının azaltılması, merkezi vaaz uygulaması, dini yayın yapan medyanın sansüre tabi tutulması, haksız yaptırımlara maruz bırakılması, öğrenci yurtlarının ve Kur’an kurslarının kapatılması, Kurban derilerinin dini kuruluşlara bağışlanmasının sınırlandırılması ve el konulması, kişilerin fişlenerek kişisel verilerinin yasa dışı dışı yollarla ele geçirilip aleyhlerine kullanılması, sarık, cübbe gibi kıyafetlerle dolaşanların gözaltına alınması, başörtülü hastaların hastanelere bile alınmaması, asker yakını başörtülülerin orduevlerine alınmaması, dini yayınları takip ettiği, ibadet yaptığı, eşinin başörtülü veya sakallı olduğu, dindar kişilerle görüştüğü belirlenen yargı mensuplarının veya askeri personelin yargı denetimine tabi tutulmaksızın HSYK veya Yüksek Askeri Şura kararlarıyla görevden alınması, Refah-Yol döneminde memuriyete alınanların göreve başlatılmaması veya görevlerine son verilmesi, terfilerinin engellenmesi, kişilerin irticai faaliyet yaptıklarına dair haksız ithamlarla mahkumiyetlerine karar verilerek hapse atılması, irtica yaftası yapıştırılan dernek, vakıf, ticari kuruluş ve işletmelerin faaliyetlerinin engellenmesi gibi bir çok hak ihlali söz konusudur. Bu süreçte, işkence ve kötü muamele yasağı, ayrımcılık yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı, sağlık hakkı, örgütlenme hakkı, ifade özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı, din ve vicdan hürriyeti gibi temel hak ve hürriyetler ihlal edilmiş, halk kin ve düşmanlığa tahrik edilmiş, halk ve halkın değerleri aşağılanmış, kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık en yoğun şekilde yaşanmış, ancak adil bir yargılama yapılamamış, mağduriyetler tazmin edilememiştir. Bu şekilde hakları ihlal edilmiş milyonlarca insan bulunmaktadır.

 

AGD: Antidemokratik dönemlerde yanlış ve haksızlıklara su taşıyıp en önde giden kurumlar, nedense hep hukuk-adalet kurumları olmuştur. Bunun sebepleri nelerdir size göre?

ARSLAN: Yasama dâhil hukuk ve adalet kurumları kısa zamanda toplumsal dönüşümü sağlamak için elverişli birer araç olarak görülmüştür. Hukuk kurumları marifetiyle hukuksuzlukların yapılması durumunda yapılan hukuksuzlukların meşruiyet kazanacağı ve yargılanmaktan kurtulunacağı, kişilerin istenen davranışları yapmaya mecbur bırakılabileceği düşünülmüştür. Vatandaşların hukuka güveni istismar edilmiştir. Ancak, toplumun kabul etmediği uygulamaların kanunlarla hayata geçirilmesi hiçbir zaman uzun vadede başarılı olmamış, büyük toplumsal kırılmalara ve bireysel sorunlara neden olmuş, ülkelerin kalkınmasına ve gelişmesine büyük zararlar vermiştir. Halbuki, adalet, kanun baskı ve endişesiyle değil, gelişmiş, geliştirilmiş vicdan ve sağduyu ile temin edilirse güvenliğin sağlanmasına hizmet eder.

 

AGD: Hukukçular ve ilgili kurumları neden bu makus mirası daha yüksek sesle reddetmiyor?

ARSLAN: Bu bir eğitim, görgü, vicdan ve iman meselesidir. Aileden başlayan, okulla ve giderek sosyal hayatla devam eden eğitim sürecinde doğru yönlendirmelerin yapılması, doğru örneklerin arttırılması son derece önemli ve elzemdir. Ne yazık ki, milletimiz 28 Şubat’tan çok öncesinden başlayarak büyük zulümlere maruz kalmış, medeni cesareti kırılmış, bu nedenle de nesiller “Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı diyeceksin!” telkinleriyle veya fırsatçı dünyevi düşüncelerle yetiştirilmiştir. Bunun için aile ve okul eğitim sistemimiz baştan aşağı gözden geçirilmeli, düzeltilmeli, hukuk fakültelerinde kanun bilgisi yanında hukuk ahlakına, hak arama ve hakkı koruma mücadelesine katkı sağlayacak bilgilere de ağırlık verilmeli, tarihteki ve günümüzdeki dirayetli hukukçuların iyi uygulamaları eğitim ve medya yoluyla nesillere tanıtılmalıdır.

 

AGD: Son olarak, adaletin sağlanmasında birinci derecede söz sahibi olan yargıçlara nasıl bir çağrıda bulunursunuz acaba?

ARSLAN: Hakşinas bir toplumun geliştirilmesi ve hukukun üstünlüğünün sağlanmasında hukukçuların rolü son derece önemlidir. Yargıçlarımız bu konuda büyük bir sorumluluk üstlenmişlerdir. Kadı Şureyh gibi, Kadı Hızır Çelebi gibi halifeleri, padişahları yargılayan tarihteki dirayetli örnekler okunmalı, hatırdan çıkarılmamalıdır. Hukuku korumak her vatandaşın görevidir ancak bu konuda hâkimlerin herkesten fazla yetkin ve dirayetli bir duruşa, bilgi birikimine, feraset ve basirete sahip olmaları gerekir. Ayrıca, Kur’an-ı Kerim Nisa Suresinin 105., 107. ve 135. ayetleri herkesin olduğu kadar özellikle avukat ve yargıçların daima hatırında olması gerektiğini düşünüyorum.

 

AGD: Bizi kırmayıp sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ediyorum.

ARSLAN: Ben de bana bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ediyor, tüm okuyucularımıza selam ve hürmetlerimi arz ediyorum.

YAZAR HAKKINDA
Kerim Aslan
Kerim Aslan
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN