Abone Ol

Şiirin Tehlikeli Suları

Şiirin Tehlikeli Suları
Dünya hayatı itibariyle kelimeyi insanla yaşıt sayabiliriz. Çünkü Âdem dudağında söz ile inmiştir dünyaya. Dünyadan öncesi için iletişimin şekli ile ilgi bir yorum yapmak zordur. Bu nedenle kelimenin doğumu ile ilgili dünya ötesine ait bir söz söylemek  iddiadan öteye geçemez.  Fakat Âdem’in dünyaya gelişinden bu yana söz ile yürür kâinatta her şey. İlahî kelamı şöyle kutsiyeti itibari ile sarıp sarmalayıp başımızın üstüne koyduktan sonra bu söz ifadesine yeniden döneceğiz.

 

Evet, ilahî kelam bir sözdür yani Kur’an lâfzîdir, buna şüphe yok. Vahyin geliş usulleri üzerinden değerlendirilip şeklinin kalbe naklen inişi, sadık rüyalarla gelişi gibi usullerin ilk bağlantı noktasını yani Allah’tan, Resulüne geçişini ilahiyatçılara bırakarak Allah Resulü’nden bize gelişine bakalım. Burada sözün varlığından rahatlıkla bahsedilebilir. Bundan dolayıdır ki ilahî kelamı bir söz olarak görmemizle birlikte Allah’ın sözleri olması itibari ile gündemimiz dışında tutacağız. Bizim değerlendirmemiz insanın sözü üzerine olacaktır.

 

Söz insanın kendisini en iyi ifade edebildiği iletişim yoludur. Şiir ise sözün kendisini en güzel şekilde ifade olanağı bulduğu haldir. Bununla şiir insanın kendisini en güzel ifade etme biçimidir demiş olduk. Bu öyle rast geldi ve dedik anlamında değildir, bilinçli bir söylevdir. Çünkü bu tarihî bir vakıadan ibarettir. İnsan tarih boyunca daha çok şiiri kullanarak gelecek kuşaklarla geçmişi buluşturmuştur.

 

Şiirin bir söyleyiş biçimi olarak kuramsal bir kavram haline gelişi çok eskilere dayanır. Aristoteles’in Poetika’sı bunun yazılı ispatıdır. Gerçi Aristoteles’ten önce Platon'un ve çevresindeki filozofların sanat üzerine konuşmaları vardır fakat Poetika ilk defa şiirle ilgili fikirleri derli toplu bir şekilde bize sunan kitaptır. Öyleyse şiir kavramına ilk bakış için Poetika’ya başvuralım.

 

“Şiir sanatı genel olarak varlığını, insan doğasında temellenen iki temel nedene borçlu gibi görünüyor. Bunlardan birisi taklit içtepisi olup, insanlarda doğuştan vardır; insanlar, bütün öteki yaratıklardan özellikle taklit etmeye olağanüstü yetili olmalarıyla ayrılır ve ilk bilgilerini de taklit yoluyla elde ederler. İkincisi, bütün taklit ürünleri karşısında duyulan hoşlanmadır ki, bu, insan için karakteristiktir.”[1]

 

Bu yargı şiirin yazılmasına bir gerekçe olarak sunulabilir. Fakat Aristoteles bütün sanatları bir taklit olarak gördüğüne göre, ona göre şiiri diğer sanatlardan ayıran nedir sorusunu sormak gerekir. Aristoteles’e göre bunun cevabı şöyledir:

 

“…taklit içtepisi, insanlarda doğuştan var olduğuna ve aynı şey, harmoni ile ritm'in

-çünkü şiirdeki ölçünün, ritmin bir türü olduğu açıktır: uyandırdığı duygular için de doğru olduğuna göre, oldum olası bunlar için yetili olan ve bu veriyi yavaş yavaş geliştiren insanlar, ilkin uzun uzun düşünmeden yapılan denemelerden hareket ederek şiir sanatını oluşturmuşlardır.”[2]

 

Aristoteles bunu söylemekle sanatın doğuştan gelen bir yetenek olduğunu ifade ediyor. Çünkü sanatı meydana getiren taklit içgüdüsüdür ve bu da insanlarda doğuştan vardır diyor. İş şiir sanatına gelince doğuştan var olan yetenekle beraber bir şeyin daha olması gerektiğini söylüyor. O da içindeki ölçünün ritmik olması. Yani bir musikisi olması onu diğer metinlerden ayırır diyor. Elbette şiirin bilinen ilk tanımları olarak bunlara katılıyoruz fakat zamanla şiir de gelişmiş ve farklı özellikleriyle tanımı genişlemiştir.  Sonradan katılan bu özellikler, kuramcılar arasında çeşitli tartışmalar sonucu kabul gören veya reddedilen özelliklerdir. Bu kuram tartışmaları zamanla şiirde sanat akımlarının tespitini sağlamıştır. Ortaya çıkışını demiyorum, tespitini diyorum. Çünkü yeni şeyler deneyen şair ne kadar yenilik yaparsa yapsın onun şiirini teknik olarak ele alan niteliklerini ortaya koyan bir kuramcı olmadığı müddetçe onun bir akım olup olmadığı ile ilgili karar verilemez. Bunu derleyip toplayan kuramcıdır.

Şiirlere kuramsal yaklaşmayan diğer insanlar konuya sığ yaklaşıp bu şiirdir, bu şiir değildir gibi yorumlarla bulanık suda balık avlamaktan öteye gidememişlerdir. İsmet Özel bu durum için böyle ortamlarda şiir konuşulmaz diyerek kesin bir yargı ile tavır almıştır ki ben de buna katılıyorum.

 

İşte böyle durumlardandır ki Orhan Veli Kanık’ın  Kitabe-i Seng-i Mezar şiirinde;

 

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada

Nasırdan çektiği kadar;

Hatta çirkin yaratıldığından bile

O kadar müteessir değildi;

Kundurası vurmadığı zamanlarda

Anmazdı ama Allah'ın adını,

Günahkâr da sayılmazdı.

 

Yazık oldu Süleyman Efendi’ye. [3]



diye haykırdığı zaman şiir camiası ayağa kalkmıştı. Onu şiirdeki estetiği, şiirin gündemine aldığı konuları sıradanlaştırmakla şiirdeki musikiyi tarumar etmekle kafiyeye ve ölçüye, söz sanatlarına saldırmakla suçlamışlardır. Bütün bu suçlamalara Orhan Veli alınmış mı? Hayır, tabii ki… Tam tersine yaptığı işi savunmuş ve   “Bir de şiirde eğer takdir edilmesi lazım gelen bir ahenk varsa, onu temin eden şey ne vezindir, ne de kafiye. O ahenk vezinle kafiyenin dışında da vezin ve kafiyeye rağmen mevcuttur.”[4]  diyerek kafiye ve vezinle ilgili tavrını ortaya koymuştur.

“Teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.”[5] diye ilave ederek söz sanatlarına karşı da bakışını ortaya koymuştur.

 

Orhan Veli’nin başını çektiği “Garip”çilerin şiire bakışı buydu. Gerçi son zamanlarına doğru Orhan Veli kendini inkâr edercesine vezne olmasa da yer yer kafiyelere ve söz sanatlarına müracaat ederek bu unsurlarla ilgili kendi söylediklerini kendisi çürütmüştür.

“Kitabe-i Seng-i Mezar” ve burada bahsetmediğim “Eskiler Alıyorum” şiiri üzerinden yapılan tarihî ve ideolojik göndermeleri bu yazı için bir kenara bırakıyorum. Çünkü bu konu başlı başına ele alınması gereken bir boyuttadır. Fakat şunu söylemeden de geçemeyeceğim: Garip Akımı bir şiir akımı olmaktan daha öte bir şeydir. Bu akım Divan ve Hece şiiri nezdinde disiplinli bir yaşama sahip geçmişe karşı bir başkaldırıdır. Sürrealizmden etkilenerek aklın denetimini göz ardı etmeye,  şuur yerine şuuraltını ikame etmeye çalışması ile de adeta yıkım görevi üstlenmiştir. Peşine de sanki ona karşı kurulmuş bir hava ile yola çıkmış ancak manevî açıdan bakıldığında aynı çizginin bir parçası olarak gördüğüm “İkinci Yeni” akımı gelerek görevin geri kalanını üstlenmiştir. Elbette bunlar üstünkörü söylenip geçilecek sözler değil. Her biri mısralarla ispata muhtaç. Şiire ideolojik mi sanatsal mı yaklaşılmalı tartışmaları uzun yıllardır süregelen bir tartışmadır. Ben içinde insanın olduğu hiçbir şeyin onu meydana getiren insanın dünya görüşünden ayrı tutulamayacağı düşüncesindeyim. Her sanat eseri mutlaka sanatçısından bir şeyler yansıtır.

 

Hele Kur’an’ın şairlere bakışının şuuruna ermiş şairlerin şiirle ilişkisinin bundan bağımsız düşünülmesi imkânsızdır. Dolayısı ile bu bakışa sahip şairlerin şiirlerinin konusu ister metafizik ve mecaz çerçevede olsun ister sembolden arındırılmış somut varlıklar üzerine olsun dikkat çeken unsur, şiirin ilahî sınırlar içinde kalıyor olmasıdır. Söz söyleme sanatı adına her şeyi tarumar edecek bir kalem seçimini yapmış demektir. Ben orada yokum! Ben bu tehlikeli sularda yüzmeyi reddediyorum.

 

Gelin bizim şiirlerimizde başat unsur olarak yer alan metafizik kavramına Sezai Karakoç’un penceresinden şöyle bir bakalım:

 

“Bizim metafiziğimiz Tanrı ve âhiret inançlarıyla şahdamarmda gürül gürül canlı bir kan akan bir metafiziktir; İslâm uygarlığının temel ilkesi olan mutlaklık âleminin bu dünya penceresinden görülen manzarasıdır.”[6]    

 

Bu fikre, bu inanca sahip bir şairin ruhundan kalemine akacak mana ebetteki fizik ötesi unsurları da içerecektir. Olmaması durumunda insanın ne halde olacağını yine Karakoç’tan okuyalım:

 

“Akıl, kapılma ve absürdite, hayatın çelişkili iç çalışmasının zorunluluklarıdır. İnsan aklı, fizikötesi inancını yitirirse, bu çelişkilerin keskin dişlerine takılıp kalır.”[7]

 

Karakoç şiiri  “…şiir, alnı vahiy ve kıyamet günü ürpertisiyle aşılı hikmetten yanadır; şeytanın dil sürçmesi değildir şiir; o, özgürlüğü sever; ama bu özgürlük, iğvanın ve iğfalin özgürlüğü değildir.”[8]  diye tanımlayarak kendince sınırlarını çizmiştir.

 

Şiir hakkında poetik olarak kalem oynatan çok şair ve kuramcı var ama sanırım Necip Fazıl Kısakürek gibi “Bizce şiir mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hadiselerin bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nispetlerini bularak mutlak hakikati arama işi…”[9]  diye tanımlayarak şiire tebliğ görevi yükleyen ikinci bir şair daha yoktur. Peki, mutlak hakikat dediği nedir?  Bunun cevabını yine Üstad’dan alalım:

 

“Mutlak Hakikat Allah’tır. Şiir Allah’ı sır ve güzellik yolunda arama işidir.”[10] der ve bu konuda son noktayı koyar.

 

 Olaya bu açıdan bakıldığında şiirin aşk, hasret, kahramanlık, şefkat ve benzeri vadilerdeki gezişine ne demek gerekir? Bu soruya verilecek cevap çok basittir. Her his ve fikir şiirin konusu olabilir çünkü kâinattaki her yaratılmış varlık -duyguyu da yaratılmış olması nedeniyle bir varlık sayacak olursak- Allah’a varmak için kullanılacak bir unsurdur. Bu yüzden şiirin doğrudan konusunun Allah olması gerekmez. Eşyanın künhüne varamayan ya da varıp ona takılı kalan Allah’a ulaşamaz.

Buradan metafizik unsurları barındırmayan şiirlere şiir değil demek gibi bir anlam çıkaramayız. Buradan ancak bizce şiir budur anlamı bile değil böyle olması tercihimizdir manası çıkar.

 

Elbette şiire hayatın yorumlanmasında vazgeçilmez unsur olarak bakanlar da var. Bu bağlamda “Şiir okumanın  bir kılavuz gerektirecek kadar çetin bir iş olduğu iddiasıyla yola çıkıyoruz.”[11]   diyerek  “Şiir Okuma Kılavuzu”  yazan İsmet Özel’i baş köşeye oturmak lazım gelir. Özel, bu kitapta şiirle ilgili kendisiyle konuşur:

Doğruyu yanlıştan mı ayırır şiir.” diye sorar kendisine ve  “Hayır. Şiirin yaptığı doğruyu yanlıştan ayrıma yetimizi diğer yetilerimizden ayırtmaktır.”[12] cümlesi ile cevap verir. Bu cevaba bakarak Özel’in de doğruyu yanlıştan ayırmak kavramı ile anlatmak istediğinin mutlak hakikati arama işi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durumda Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un  ve İsmet Özel’in aynı çizginin üzerinde buluştuğunu görmemek körlük olur.

 

Elbette aşırıya kaçmamalı şartımızın,  Özel’in “ Şiir bu dünyadan değildir.” ve Molla Camii’nin Mevlana için “ Peygamber değil ama kitabı var.”[13]  gibi ifadelerle sarsıldığını da itiraf etmekte beis görmüyorum. Biliyorum bu ifadeler tevil götürür cinsten sayfalar dolusu cümlelerle anlatılabilir. Fakat ben sınıra bu kadar yaklaşma taraftarı değilim. Sınırda gezenin sınırları aşma ihtimali her zaman vardır. Bunu bir korkaklık olarak gören varsa bir şair olarak göğsümü gere gere “ Evet, ilahî sınırlara aşacak her türlü ifadeden uzağım” demekten ve bunu şiir dünyama ser levha yapmaktan gurur duyarım.

 

Sonuç olarak şiiri ilahî bir gaye gütmeden kendi iç dinamikleri ile sanatsal alanda tanımlarken bütün unsurlardan arındırarak “Sanat sanat içindir.” düsturu ile değerlendirmekte beis görmüyorum. Fakat mana itibari ilahî sınırları zorlayan ve şairine tanrılaşma temayülü yükleyen şiirlerin -bütün dinamikleriyle sırılsıklam şiirler olsalar bile- gözümde bir değer ifade etmediklerini bilmenizi isterim.

 

 
[1]  Aristoteles, Poetika, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1993, s.16.

[2] Aristoteles, Poetika, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1993, s.16.

 

[3] Orhan Veli Kanık, Bütün Şiirleri,İstanbul, Adam Yayınları,2003, s. 47.

[4] Orhan Veli Kanık, Bütün Şiirleri,İstanbul, Adam Yayınları,2003, s. 24.

[5] Orhan Veli Kanık, Bütün Şiirleri,İstanbul, Adam Yayınları,2003, s. 25.

 

[6] Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I Medeniyetin Rüyası Rüyanın Medeniyeti Şiir, İstanbul, Diriliş Yayınları, 2014, s.10.

[7] Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I Medeniyetin Rüyası Rüyanın Medeniyeti Şiir, İstanbul, Diriliş Yayınları, 2014, s.11.

[8] Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I Medeniyetin Rüyası Rüyanın Medeniyeti Şiir, İstanbul, Diriliş Yayınları, 2014, s.52.

[9]  Necip Fazıl Kısakürek, Çile, İstanbul,  b.d. yayınları,1996, s.473.

[10] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, İstanbul,  b.d. yayınları,1996, s.474.

 

[11] İsmet Özel,  Şiir Okuma Kılavuzu, İstanbul, Tam İstiklal Yayıncılık Ortaklığı,2013, s.21.

[12] İsmet Özel,  Şiir Okuma Kılavuzu, İstanbul, Tam İstiklal Yayıncılık Ortaklığı,2013, s.75.

[13] Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I Medeniyetin Rüyası Rüyanın Medeniyeti Şiir, İstanbul, Diriliş Yayınları, 2014, s.52.

 

YAZAR HAKKINDA
İlhan Kurt
İlhan Kurt
YORUMLAR
Adem özel
10-03-2023 - 22:48
HAN\nZaman,şeker misali erirken handa,\nHan yerinde durur, hancı uykuda.\n\nGün gelir yolcusu... girer kapıdan,\nGün gelir yolcusu... gider kapıdan.\n\nHan ıssız, han sessiz , han izbe yerde,\nHan siyah , han soğuk, han aynı yerde.\n\nGün gelir hancısı... girer kapıdan,\nGün gelir hancısı... gider kapıdan.\n\nDuvarlar taştandır, tavanı yüksek,\nKervan yorgundur, ayaklar aksak,\n\nGün gelir kervanı...girer kapıdan,\nGün gelir kervanı...gider kapıdan.\n\nAdem ÖZEL (SORGUNLU)
YORUM YAPIN