Abone Ol

Fırtınalı Dönemler

Fırtınalı Dönemler
                                                                                                                                                              İlhan Kurt

On dokuzunca yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başında yaşananlar coğrafyamızı fazlasıyla etkilemiştir. Asla milliyetçi bir devrim olarak görmediğim Fransız İhtilali’nin imparatorlukları dağıtan rejim değişikliği talebi gelip Osmanlı’nın kapısına dayandığında Osmanlı hazırlıksızdı. O dönem yöneticileri hazırı tüketmekle meşguldü. Saraydan imparatorluğu yönetme anlayışı, bin bir tefrikanın içinde kendini tüketmeye doğru yol alıyordu. Dünyanın kapitalizm, milliyetçilik, sosyalizm ve komünizm gibi akımlarla çalkalandığı bu dönemde Osmanlı, hantallaşmış yapısıyla atından inmiş ve kurulduğu sofradan bir türlü kalkamayan şişman bir süvari görüntüsü sergiliyordu. Bu hantal yapıyı Batı’nın da etkisinde kalan dönemin aydınları kurcalamaya başladığında yerleşmiş anlayışla geleneksel refleksli bir karşı duruş sergilenmeye başlandı. Bu akımlara karşı yeni akımlar çıkarabilmekse o dönemin sönmüş aklıyla mümkün görünmüyordu. İmparatorluğu kurtarma adına ortaya çıkan Osmanlıcılık akımı da çokça taraftar bulamamıştı. Taklitçi yenilik anlayışları imparatorluğu kurtarmaktan öte, Batı’nın kapı kulu haline getirmeye çalışmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Son dönemin akıllı siyasetçisi Abdülhamit Han’ın biraz daha yaşatabilmek adına dondurduğu imparatorluk, bu akımların ateşinin topraklarımızda iyice alevlendirilmesiyle çözülmeye başlamıştı. Sonuç, malum birkaç acemi hırslı ittihatçının elinde darmadağın olup gittik.

Çöküşü görenlerin farklı kaynaklarda aradıkları çözümlerin kavga yeri haline gelmişti topraklarımız. Kötü niyetle hareket edenleri istisna tutarsak taraftarı olalım veya olmayalım bu hareketler imparatorluğa can üflemenin peşindeydiler. Fakat bu tür bölünmüşlükler iyi niyet girişimlerine sahip olsalar dahi bütünü sağa sola çekiştirerek bölünmekten öteye geçemezler. Zihinleri ve kalpleri ele geçirilmiş olanların zaten imparatorluğu dağıtmaktan başka amaçları yoktu. Bu akımların hangisinin içinde olursa olsunlar onların hedefi belliydi. Bu yüzden onları bu yazının dışında tutuyorum.  

Bahsi geçen akımlar içinde Milliyetçilik Osmanlı üzerinde büyük etkiye sahip olanlardan biriydi. Osmanlı’nın merkezden uzak toprakları üzerinde yaşanan kavga Fransız devriminin imparatorluk deviren rejiminin etkisi altındayken; merkez Kafkaslardan gelen Milliyetçi akımın rüzgârlarından payını fazlasıyla alıyordu.  İslamî kesimin kavmiyetçilikle kıyaslayarak karşı çıktığı bu hareketler Rusya’nın etkisi altındaki Türklere ve diğer Kafkas halklarına ileride özgürlüklerini sağlayacak zemini hazırlıyordu. İsmail Gaspıralı’nın ateşlediği bu akım, “Dilde, fikirde, işte birlik.”  şeklinde formüle edilerek hayata geçirilmeye çalışıldı. Rusya’nın baskısı karşısında İstanbul’a gelerek mücadelelerini sürdüren Yusuf Akçura, Ali Bey Hüseyin gibi insanların fikirlerinden yerli aydınlar da etkilenmişti. Çok ilginç bir süreçten geçiyorduk. Güneyimizde bu akım ile Arap milliyetçileri bize karşı bayrak açarken, doğumuzda bizimkiler Rusya’ya karşı savaş açarak bağımsızlık mücadelesi veriyorlardı. Merkezdeyse derin bir kargaşa vardı. İslamcılık, Osmanlıcılık, Milliyetçilik derken herkes bir yere çekip duruyordu. Merkezlerin kaderi bu olsa gerek.

Milliyetçiliğin İslam’da yerinin olup olmadığı işte tam da bu zamanlarda tartışılmaya başlandı. İslam dünyasının kavmiyetçilik olarak sıklıkla karşılaştığı sorunlu alan bu kez Milliyetçilik kavramıyla karşımıza çıkıyordu. Dikkat edilirse doğrudan sorunun kendisi demiyorum sorunlu alan diyorum. Açıkçası aydınların kafası karışıktı. Milliyetçilik Kur’an’da yasaklanan kavmiyetçilikle aynı manaya mı sahipti, buna net bir karar verilemiyordu. Eğer verilebilseydi zaten başlangıçta çözüme kavuşmuş olacaktı. Babanzade Ahmet Naim gibi düşünenlerin doğrudan Kavmiyetçilikle karşıladıkları için reddettikleri milliyetçilik akımı,  Akif gibi ümmetçilerin elinde reddedilirken bile övgüye layık yaşamını sürdürüyordu. Öbür yandan bu akıma kapılarak Türkiye’de kamusallaşmasını sağlayan Ziya Gökalp gibilerin fikirleri epeyce karşılık buluyordu. Yeri gelmişken Gökalp’in dünyasında İslam’dan arındırılmış bir milliyet kavramının olmadığını söylemek isterim.  İslam’dan –dikkat dinden değil- arındırılmış bir milliyetçilik anlayışı Hüseyin Nihal Atsız’ın kurguladığı Türkçülük doktrininde vardır. Atsız için Türk dinsiz kalmamalıdır fakat hangi dini benimsediğinin de bir önemi yoktur. Türkiye’de milliyetçilik akımı şimdilerde bu iki temel görüş üzerinden biraz daha farklı yorumların ilavesiyle yürümeye devam etmektedir. 

Bu yazı uzun süreli bir çalışmanın sonunda burada söylenenlerin derinlemesine analizinin yapıldığı kapsamlı bir yazının girizgâhı mahiyetindedir.  Bahsettiğim yazı dergide bize ayrılan yeri fazlasıyla aşacağı için başka sayılarda kendine yer açma ümidiyle kenarda beklemektedir. 

On dokuzunca yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başında yaşananlar coğrafyamızı fazlasıyla etkilemiştir. Asla milliyetçi bir devrim olarak görmediğim Fransız İhtilali’nin imparatorlukları dağıtan rejim değişikliği talebi gelip Osmanlı’nın kapısına dayandığında Osmanlı hazırlıksızdı. O dönem yöneticileri hazırı tüketmekle meşguldü. Saraydan imparatorluğu yönetme anlayışı, bin bir tefrikanın içinde kendini tüketmeye doğru yol alıyordu. Dünyanın kapitalizm, milliyetçilik, sosyalizm ve komünizm gibi akımlarla çalkalandığı bu dönemde Osmanlı, hantallaşmış yapısıyla atından inmiş ve kurulduğu sofradan bir türlü kalkamayan şişman bir süvari görüntüsü sergiliyordu. Bu hantal yapıyı Batı’nın da etkisinde kalan dönemin aydınları kurcalamaya başladığında yerleşmiş anlayışla geleneksel refleksli bir karşı duruş sergilenmeye başlandı. Bu akımlara karşı yeni akımlar çıkarabilmekse o dönemin sönmüş aklıyla mümkün görünmüyordu. İmparatorluğu kurtarma adına ortaya çıkan Osmanlıcılık akımı da çokça taraftar bulamamıştı. Taklitçi yenilik anlayışları imparatorluğu kurtarmaktan öte, Batı’nın kapı kulu haline getirmeye çalışmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Son dönemin akıllı siyasetçisi Abdülhamit Han’ın biraz daha yaşatabilmek adına dondurduğu imparatorluk, bu akımların ateşinin topraklarımızda iyice alevlendirilmesiyle çözülmeye başlamıştı. Sonuç, malum birkaç acemi hırslı ittihatçının elinde darmadağın olup gittik.

Çöküşü görenlerin farklı kaynaklarda aradıkları çözümlerin kavga yeri haline gelmişti topraklarımız. Kötü niyetle hareket edenleri istisna tutarsak taraftarı olalım veya olmayalım bu hareketler imparatorluğa can üflemenin peşindeydiler. Fakat bu tür bölünmüşlükler iyi niyet girişimlerine sahip olsalar dahi bütünü sağa sola çekiştirerek bölünmekten öteye geçemezler. Zihinleri ve kalpleri ele geçirilmiş olanların zaten imparatorluğu dağıtmaktan başka amaçları yoktu. Bu akımların hangisinin içinde olursa olsunlar onların hedefi belliydi. Bu yüzden onları bu yazının dışında tutuyorum.  

Bahsi geçen akımlar içinde Milliyetçilik Osmanlı üzerinde büyük etkiye sahip olanlardan biriydi. Osmanlı’nın merkezden uzak toprakları üzerinde yaşanan kavga Fransız devriminin imparatorluk deviren rejiminin etkisi altındayken; merkez Kafkaslardan gelen Milliyetçi akımın rüzgârlarından payını fazlasıyla alıyordu.  İslamî kesimin kavmiyetçilikle kıyaslayarak karşı çıktığı bu hareketler Rusya’nın etkisi altındaki Türklere ve diğer Kafkas halklarına ileride özgürlüklerini sağlayacak zemini hazırlıyordu. İsmail Gaspıralı’nın ateşlediği bu akım, “Dilde, fikirde, işte birlik.”  şeklinde formüle edilerek hayata geçirilmeye çalışıldı. Rusya’nın baskısı karşısında İstanbul’a gelerek mücadelelerini sürdüren Yusuf Akçura, Ali Bey Hüseyin gibi insanların fikirlerinden yerli aydınlar da etkilenmişti. Çok ilginç bir süreçten geçiyorduk. Güneyimizde bu akım ile Arap milliyetçileri bize karşı bayrak açarken, doğumuzda bizimkiler Rusya’ya karşı savaş açarak bağımsızlık mücadelesi veriyorlardı. Merkezdeyse derin bir kargaşa vardı. İslamcılık, Osmanlıcılık, Milliyetçilik derken herkes bir yere çekip duruyordu. Merkezlerin kaderi bu olsa gerek.

Milliyetçiliğin İslam’da yerinin olup olmadığı işte tam da bu zamanlarda tartışılmaya başlandı. İslam dünyasının kavmiyetçilik olarak sıklıkla karşılaştığı sorunlu alan bu kez Milliyetçilik kavramıyla karşımıza çıkıyordu. Dikkat edilirse doğrudan sorunun kendisi demiyorum sorunlu alan diyorum. Açıkçası aydınların kafası karışıktı. Milliyetçilik Kur’an’da yasaklanan kavmiyetçilikle aynı manaya mı sahipti, buna net bir karar verilemiyordu. Eğer verilebilseydi zaten başlangıçta çözüme kavuşmuş olacaktı. Babanzade Ahmet Naim gibi düşünenlerin doğrudan Kavmiyetçilikle karşıladıkları için reddettikleri milliyetçilik akımı,  Akif gibi ümmetçilerin elinde reddedilirken bile övgüye layık yaşamını sürdürüyordu. Öbür yandan bu akıma kapılarak Türkiye’de kamusallaşmasını sağlayan Ziya Gökalp gibilerin fikirleri epeyce karşılık buluyordu. Yeri gelmişken Gökalp’in dünyasında İslam’dan arındırılmış bir milliyet kavramının olmadığını söylemek isterim.  İslam’dan –dikkat dinden değil- arındırılmış bir milliyetçilik anlayışı Hüseyin Nihal Atsız’ın kurguladığı Türkçülük doktrininde vardır. Atsız için Türk dinsiz kalmamalıdır fakat hangi dini benimsediğinin de bir önemi yoktur. Türkiye’de milliyetçilik akımı şimdilerde bu iki temel görüş üzerinden biraz daha farklı yorumların ilavesiyle yürümeye devam etmektedir. 

Bu yazı uzun süreli bir çalışmanın sonunda burada söylenenlerin derinlemesine analizinin yapıldığı kapsamlı bir yazının girizgâhı mahiyetindedir.  Bahsettiğim yazı dergide bize ayrılan yeri fazlasıyla aşacağı için başka sayılarda kendine yer açma ümidiyle kenarda beklemektedir.

YAZAR HAKKINDA
İlhan Kurt
İlhan Kurt
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN