Abone Ol

İslam’a Demokrasi Libası

İslam’a Demokrasi Libası
Biz İbrahim’in çocukları râzıyız ateşte yanmaya, bir taşın önünde eğilmektense. Firavun’a biat etmekten kurtaracaksa bizi tereddüt etmeden süreriz Kızıldeniz’e atlarımızı. Mekke’de göğe varırsa işkencemizin ahları, Medine kucak açar bize biliriz. Taş ve tahta hiç kimseden çekmedi bizden çektiği kadar. Secdeler zaten ele verir kim olduğumuzu, bu yüzden hiç gizlenmedik ve asla saklamadık kendimizi.  Sesimizi ezan ile duyururuz biz, ruhumuzu namaz ile doyururuz.  Mazluma karşı bir pamuk kadar yumuşak, zalime karşı çelik kadar kavi olmayı öğrettiler bize. Bu yüzden asla diz çökmeyiz bir nimet uğruna. Biz ancak ilim için diz kırarız bir âlimin önünde. Böyle öğrettiler bize gençliğimizde bugünümüzü imar edenler.  Bu yüzden tanka karşı taş ile yürürüz, uçak vururuz sapanlarımızla, paletlerin altına uzatırız gövdemizi, kurşuna bağır açarız. Biz ancak her şeyimiz tükendiğin de gözyaşı saçarız. 

Çocukluğumuzun son devresiydi, gençlik ateşi sinemizi sarmak için henüz alevlenmeye başlamamıştı. Hak dâvâsıyla bir camide sakallı ağabeyler sayesinde tanıştık.  İslâm diyorlardı, iman diyorlardı, cihat diyorlardı. Millî siyaset yapmaktan bahsediyorlardı bizlere. Aslında millî kelimesinin mânâsı ilk olarak kundaklı günlerimizde üflenmişti kulaklarımıza. Millîliği Anadolu’da bir köy çeşmesinden suç içmekten keyif almak diye bilirdik. Şehrin göbeğinde yaşasak da doğduğumuz toprakları özlemek diye hissettik. Yunan adını duyunca celallenmek sandık. Sonra bildik ki millîlik sınır tanımadan Allâh’ın adını taşımakmış her yere. Yeryüzünü, Anadolu’dan tutuşturulacak bir ateşle aydınlatmakmış. Millîlik zulme başkaldırıymış, zalime direnmekmiş. Sonra o abiler kulağımıza “Bir insan Malazgirt’te inanışının şahlanışını yaşamadan, Kosova’da ve Niğbolu’da bir kılıç olup parlamadan, Ulubatlı olup burçlara bayrak dikmeden, Fatih olup atını denize sürmeden, Kanuni olup şanlı ordularıyla Avrupa içlerine yürümeden, Seyit Onbaşı olup mermiyi namluya sürmeden,  nefer olup Sakarya’nın siperlerine girmeden, Kıbrıs’ta düşman tahkimatının arasından geçmeden milli olmanın ne manaya geldiğini anlayamaz.”  diye fısıldadılar. O zaman öğrendik millîlik bir Anadolu gözesinden su içip Bosna’da çeşme yapmakmış. Söğüt’te karasaban ile tarla sürüp Kosova’da buğday biçmekmiş. İstanbul’da tekbir alıp, Kahire’de secdeye varmakmış. Taşın da ruhu olduğunu bilmekmiş. Sevmekmiş tohumu, çiçeği, ağacı; önce düşmanın yarasına sürmekmiş ilacı.

Öğrenmiştik öğrenmesine de gün gelip devran dönünce bize bunu öğreten ağabeylerimizin bazı şeyleri söylemeyi unuttuklarını fark ettik.  Mesela mücahit diye yola çıkanlardan bazılarının bir gün banka kuyruklarında faiz sırası bekleyen müteahhitlere dönüşebileceğini, faize dayalı bir sistemin artık yok edilemez olduğunu söyleyecek alnı secdeli birilerinin de olabileceğini.

Hele hele “İslâmî değerleri yozlaştırıp demokrasi bataklığına saplananları görürseniz onlardan uzaklaşın” demeyi nasıl unutmuşlar. Vatan uğruna tankların altına yatan, kurşunlara siper olup kanını akıtan şehitlere demokrasi şehidi diyerek kemiklerini sızlatırlarsa sakın ha siz de düşmeyin aynı gaflete demeyi büsbütün ihmal etmişler.

Akıllarını kullanamayanların akıllarını kullanan üst aklın, İslâm’ı ılımlı hâle getirme projesi tutmazsa diye paralel bir proje hazırlayıp İslâm’ı çağın keyfine göre yorumlanan ve yaşanan bir din hâline getirmek için başka bir proje hazırlayabileceğini nasıl ön görememişler hayret! 

İşte, şimdi o unutulanların hayatımızı kuşattığı bir zaman dilimindeyiz. Aslında o ağabeylere haksızlık etmeyeyim, kimse bilemezdi hastalığın bu kadar ilerleyerek kemiğe de inebileceğini. Evet, hastalık artık kemiktedir. Deri dökülmüş, etler pelte olmuş ve artık kemik erimektedir. Çağın, keyfî din hâline çevirme hastalığı tedavisi uzun yıllar alacak bir hâlde kronikleşmektedir. İslâmî değerlerin üzerine geçirilmeye çalışılan demokrasi elbisesi bu toplumda ılımlı İslâm projesinden çok daha büyük yaralar açacaktır.  Bütün bunlara rağmen hâlâ dimdik durabilen camiaların varlığı geleceğimiz için çok büyük birer umut kaynağı olmaya devam etmektedir. Hem rabbimiz ne buyuruyor; “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz.” (Al-i İmran:139)

Öyleyse Allâh var gam yok!

YAZAR HAKKINDA
İlhan Kurt
İlhan Kurt
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN