Abone Ol

İmandan İmara Fikri Temellerimiz - IV

İmandan İmara Fikri Temellerimiz - IV

İmandan imara giden yolda sağlam ve mutedil birey, toplum ve bir düzen inşa edilmek isteniyorsa meselenin düşünce kısmı her şeyden evvel öncelenmesi gereken bir noktadır. Burada düşünce üzerinden kastedilenlerin vücut bulabilmesi için zihinsel inşa sürecinin temelleri ve kavramlarının açığa çıkartılması yani düşünce üzerine şuurlu/ bilinçli bir eğilimin gerçekleştirilmesi gerekir.

Amaca matuf böyle bir zihinsel inşa sürecinde kayda değer bir kurgu felsefesine ise her zaman ihtiyaç vardır. Kurgu ile amaç ve derinliğin, felsefe ile de mantık ve sistematik düşünmenin ayakta kalması sağlanır. Burada kurguyu oluşturan temel akidelerin sahihliği en önemli husustur. Mantık ilmi açısından “geçerliliği olan her çıkarım tutarlı olabilir fakat doğru olmayabilir” ilkesi temelde öne sürülen önermenin hakikatliği ile alakalıdır. Önermeler veya belli bir düşünceye götüren yargılar eğer yanlış mesnetlere dayanıyorsa burada akıl ve vicdan sigortası hemen devreye girerek insanı ahlaki bir sorumluluk alanına iter. Burada dikkate değer olan mesele, tutarlı olduğu izlenen ancak hakikati araştırılmayan bir düşünce yapısının aklı ve/ya vicdanı devre dışı bırakmış olabilme ihtimalidir. Bunlardan dolayıdır ki eğer bir hakikatten bahsedilecek ise akıl, vicdan ve ahlak sahaları göz ardı edilmemeli ve düşünmede doğru bir yöntem/süzgeç layıkıyla kullanılmalıdır.

İnanılan değerler bakımından “Mantıklı mı?” sorusu her ne kadar tuhaf gelse de meselenin hakikati bizleri daha ilmi bir yaklaşıma “mantığa”/ “mantıklılığa” zorlamaktadır. Felsefe geleneğinde filozofları yüzyıllardır deruni düşüncelere sevk eden tam da bu hakikat arayışıdır. Hakikat arayışının ilm-i mantıktaki en dip nüvesi de aslında sarsılmaz bir önermeye sahip olmaktır. O derece sağlam bir önerme ki, hakikate gidecek tüm yolları açacak ve her ne konuda olursa olsun düşünceyi bu hakikat istikametinden vazgeçiremeyecektir.

Burada insan fıtratının gereği, inanmaya olan yatkınlık sadece iman gereği olarak değil aynı zamanda mütekâmil bir mülahaza için de faydalı olabilir. Bunun için bakış açıları genişletilmeli ve en önemlisi bir mesele hakkında tek taraflı değil çapraz okumalar, mütalaalar yapılarak sağlam bir paradigma oluşturulmalıdır. Modern dönemin aksine hakikat arayışında olanlara bakıldığında bir değil, en az birkaç ilim dalından oluşan bir terkibata sahip oldukları görülür. Bu, varılmak istenen nokta, anlam kazandırılması gereken hayat bakımından kaçınılmazdır.

Meseleyi daha müşahhas bir noktaya çekmek gerekirse, varlığa ilişkin öz bir tasnif olan Allah-Âdem-Âlem (İlah-İnsan-Çevre) üçlüsünün inanç kategorisinde ne derece insanla ve onu ilgilendiren unsurlarla bağlantılı olduğu değerlendirmeye haizdir.

İlah tasavvuru ile başlayacak olursak Hıristiyanlığın teslis üzerine kurulmuş bir din skalasına sahip olduğunu bilinmektedir. Bu, tanrı kavramı bakımından bir inancı ifade etse de aslında hakikat bakımından önemli noksanlıklar ortaya koymaktadır. Çünkü öyle bir tanrı anlayışı ortaya konmuştur ki, üç ayrı tanrı formu ile aslında üç ayrı bilinci iddia konusu yapmışlardır. Bu, beraberinde herhangi bir mesele karşısında hangi tanrının hangi işe karar verdiği ya da bir meselede ihtilaf söz konusu olduğunda hangisinin baskın olacağı veyahut da bir tanrının diğerinin dediğini kabul etmesi ile tanrılığında bir noksanlığın ortaya çıkıp çıkmayacağı sorularını önemli kılmaktadır; konumuz açısından bundan daha da önemlisi ise bu sorular karşısındaki öne sürülen cevapların hangi mahiyette olduğu, ne üzere temellendirildiğidir. Hakeza Yahudilikte de benzer bir tanrı tasavvuru vardır. Onlarda “Üzeyir Allah’ın oğludur.” demek sureti ile bu sorulara muhatap olurlar. İslam’da ise “Tevhit Akidesi” vardır. Bu, tek (eşsiz ve benzersiz) ve tüm noksanlıklardan münezzeh olan bir ilah anlayışıdır ki, ilah kavramı ve tezahürleri bakımından insan zihnine en uygun ve kabul edilebilir olandır, “mantıklıdır”.

Burada belirtmiş olduğumuz hususlar insanların kabul ettiği ya da “Ben böyle inanıyorum.” dedikleri bir inancı sorgulamak değil -ki bunu bu şekilde yapmak doğru olmaz- inancın dayandığı temel meselelerin yaklaşım tarzlarını ortaya koyarak doktrinlerin ve ileri sürülen kurgunun ne derece sıhhatli olduğunu keşfetmektir.

Örneğin ilah/tanrı kelimesi ile ifade edilen ve onun sıfatları arasındaki ilişkiyi ele almak bu minvalde kayda değerdir. Tevrat’ta Yahudiliğin tanrı tasavvurunda şunlar vardır: Tanrı hava almaya ihtiyaç duyar, o her şeyi ihata edemez (Tekvin, 3. Bab, 8-9-10), kudreti sınırlıdır, bünyesi yorulabilir (Tekvin, 2. Bab, 1-2-3), evlat edinebilir, pişman olabilir (Tekvin, 6. Bab, 4-5-6) vs. Benzer ifadelere ek olarak İncil’de Hıristiyanlığın anlayışı olarak şunlar yer alır: Tanrı cismanidir ve Hz. İsa (as) onun bir parçasıdır (Romalılar, 9. Bab, 5), Hz. İsa (as) tanrıdır (2. Petrus, 1. Bab, 1), Hz. İsa (as) tanrının oğludur (Yuhanna, 5. Bab, 15-20), Hz. İsa (as)’ya tapılabilir (Marra, 28. Bab, 9).

Allah’ın yeryüzünü imar etmek için seçmiş olduğu peygamberlere yaklaşım da önemli bir yere sahiptir. Örneğin Tevrat’ta bazı peygamberler hakkında şunlar vardır: Süleyman (as) irtidat ederek putlara tapmıştır (1. Krallar, 11. Bab, 4-5), Harun (as) buzağıdan put yapıp ona ibadet ettirmiştir (Hurûc, 32. Bab, 1), İbrahim (as) korkusundan dolayı hanımını kardeşi olarak Firavun’a takdim ederek onunla evlenmesine izin vermiş ve ondan bazı iyilikler bulmuştur (Tekvin, 12. Bab, 11-20), Lut (as) içki içip sarhoş olduktan sonra kızları ondan çocuk sahibi olmuştur (Tekvin, 19. Bab, 30-38), Yakup (as) başka tanrılara adak adamıştır (Tekvin, 31. Bab, 13); İncil’de ise: İsa (as)’dan önce İsrailoğulları’na gelen bütün peygamberler hırsızdır (Yuhanna, 10. Bab, 8) gibi benzeri bir çok ifade yer almaktadır.

İslam’da ise Allah’a ve peygamberlerine isnat edilen böyle hiçbir ifade yoktur. Allah, çelişkisiz mutlak, sonsuz kuvvet ve kudret sahibidir, hiçbir alanda noksanlığı yoktur. İnsanlar arasından seçmiş olduğu peygamberler de onun koruması altındadır; pak ve günahsızdırlar. İslam ayrıca Hz. Âdem Aleyhisselam’dan hatem’ul-enbiya Hz. Muhammed Aleyhisselam’a kadar bütün peygamberlere iman etmeyi temel bir akide saymaktadır.

İnsana bakış açısında Hıristiyanlık, tüm insanların günahkâr olarak dünyaya geldiğini ve vaftiz olmadan hiçbir suretle temizlenemeyeceğini; Yahudilik, Yahudi soyundan gelmeyen diğer insanların Yahudilere hizmet etmek için yaratıldığını ve bu kan bağı esasından dolayı Yahudi olamayacağını anlayış olarak benimsemişlerdir. İslam’da ise tüm insanlar günahsız olarak doğarlar ve reşit oluncaya oluncaya kadar hiçbir amelleri kayda düşmez. İnsani bakımdan hiç kimsenin başka birine üstünlüğü yoktur. Bütün insanlık Âdem (as)’ın soyundandır ve inanç hürriyeti temel haklardandır. Her kim neye inanmak istiyorsa ona inanır; inancından dolayı da baskı ve tahakküme maruz bırakılamaz.

Çevreye bakış açısında ise Hıristiyan ve Yahudi medeniyetlerinin ortaya koymuş olduğu anlayış çevrenin mutlak hâkiminin insan olduğu ve bütün tasarrufları kullanmada özgür olduğudur. Sömürgecilik ve istila, bu zihniyetin bir ürünüdür. İslam medeniyetlerinde ise insan, çevre karşısında sadece bir emanetçidir. Emanetine en iyi şekilde muamele etmek zorundadır. İslam’daki fetih anlayışı bu bakımdan istila ve zorbalığın taban tabana zıddıdır.

Ele aldığımız bu üç mesele hakkındaki kategorik durumlar kümelendiğinde dünya ve ahiret hayatı arasındaki denge bakımından ciddi yaklaşımlar ortaya çıkmaktadır. Ayrıca dünya hayatı ile ilgili Kur’an-ı Kerim, İncil ve Tevrat’ta yapılan doğrudan atıflar din eksenli zihniyetlerin oluşmasında ana faktörlerdendir. Burada işin sadeti bir nevi özelde Hz. Âdem (as)’ın genelde ise tüm insanların imtihan şekline dayanmaktadır. Örneğin Hristiyan ve Yahudi anlayışında Âdem (as) işlediği günah yüzünden dünyaya sürgün olarak gönderilmiştir. Eğer Âdem (as) o günahı işlememiş olsa idi tüm insanlar cennette olacaktır. Bundan dolayı Âdem (as) insanlığın içinde bulunduğu kötülüklerin birinci dereceden sorumlusudur. İslam’da ise kader-i ilahi gereği yaşanan hadiseler vardır. Meselenin özü Âdem (as)’ın dünya hayatı için hazırlanmış olmasıdır. Yani diğer zihniyetlerden farklı olarak İslam’da Âdem (as)’ın ağaca yaklaşması “ilk günah”ı değil iyi ile kötü arasındaki yapılan “ilk tercih”i temsil etmektedir. Yeryüzü bir cezalandırma yeri/ hapishane değil imtihanın bir hikmetini olarak zaten insanlık için hazırlanmıştır.

İmdi bir nevi meseleler imanın gereği olarak dünya hayatına nasıl bakıldığına dayanmaktadır. Eğer dünya hayatı diğer zihniyetlerde olduğu gibi bir sürgün yeri, deplasman, kötülükler diyarı ise insanın iradesi/tavrı, tanrı için değil tanrıya karşı/ tanrıya rağmen ortaya konulmaktadır. İslam’da ise dünya bir imtihan yurdudur ve insanın iradesi yeryüzünde iyiliklerin veya kötülüklerin hâkim olmasında belirleyicidir. Yani insan ya imar etmenin izzetinde ya da tahrip etmenin zilletindedir. İmandan imara fikri temellerimizin oluşmasındaki işte bu ince çizgi/hikmet statik bir körlüğü değil, dinamik bir hakikati temsil etmektedir.

Burada son olarak açıklanması gereken önemli bir nokta da; bahsedilen mevzuların felsefi temeller üzerine kurulması gereken bir din algısı ortaya çıkarılması değil, herhangi bir mesele hakkında hangi bilgi kategorisinden yola çıkılırsa çıkılsın ortaya konacak doğru mantık ilkeleri, akıl yürütmeler ve temellendirmeler ile bize dünyalarımızı aydınlatacak muhkem fikri temeller oluşturması, hakikate ulaştırmasıdır.

ÖNCEKİ YAZI MEŞRUİYET İHTİYACI
YAZAR HAKKINDA
Yusuf Yalanız
Yusuf Yalanız
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN