Abone Ol

İnsan-Sistem Dengesi Üzerine: Adil Ahlâkî Düzenin İmkânı

İnsan-Sistem Dengesi Üzerine: Adil Ahlâkî Düzenin İmkânı
Ahlâkla ilgili bugüne kadar yazılıp çizilenler çoğunlukla insanın bireysel ve toplumsal yönlerine ilişkin olmuştur. Bundan dolayıdır ki insan, devamlı kendisi ve toplumu arasında açıklanmak sureti ile sistem argümanından izole edilmiş yahut da bu konu ziyadesi ile güncellik yakalayamamıştır.

Ahlâk, insan davranışları ile doğrudan bağlantılı olduğu için kimi zaman geleneksel yönü ile fıtrat olarak, kimi zaman da modern fikri yönü ile ödev/sorumluluk olarak karşımıza çıkmıştır. Bu tarz tasnifler bir medeniyet algısını, kültür genini yansıtmaktadır ki aslında insan her ne yapıyorsa onu “anlamlandırma” trendine kanalize etmek durumundadır, bilincindedir, hissiyatındadır. İşte ahlâk hangi tasnife, hangi alana tabi tutulursa tutulsun kendini; bir anlama, bir dengeye, bir vicdana dönüştürüvermektedir. Meslek ahlâkı, aile ahlâkı, siyaset ahlâkı vs. gibi tanımlamalar bunun bir ürünüdür. Ancak bu tarz tikel örnekleri ahlâkın türleri gibi görmek fevkalâde isabetsiz bir yorumdur. Çünkü ahlâk tümeldir, kapsayıcıdır; eylem ile ilişiği olan her şeyin bir şekilde ahlâkından bahsedilebilir. Böylesi kaba tasnifler ahlâkın sınırlı bir olgu durumuna düşürmekte ve manasının kastı şamiliyetini yitirmektedir.

Teknolojik yönü ile yeni bir insan tipolojisine mazhar olduğumuz şu dönemlerde geleneğin küllerinden değil ateşinden, modernitenin serinliğinden değil ikliminden istifade etmenin yolları aranmalıdır. Yoksa insan, büyük bir anlam buhranı içinde hakikatinden uzaklaşacaktır. Aslında “ahlâk nizamı” tamlaması bu noktada bizlere, her ne olursa olsun insanı kendisine getiren yolları, insan olmasının zaruretindeki unsurları elinden bırakmamasını tekit etmektedir. Bu, bireysel veya toplumsal olanın gereksiz olduğu anlamında değil de kifayetsiz olduğu anlamındadır.

Yine teknolojinin bir yansıması olarak küresel algı trendleri günümüzde düzen ahlâkının varlığını daha da baskın hissettirmektedir. Teknoloji ve küreselleşme vasıtası ile -şu anki konumuyla olumsuz anlamda- tek tip bir ahlâk mekanizması oluşturulmaya çalışılmakta ve insan davranışları, toplumsal refleksler, devlet sistemleri bu düzen çerçevesinde bilinçli olarak yönetilmektedir. Hatta bu düzen anlayışı simgesel olarak da literatürde “Seküler Dünya Düzeni” betimlemesiyle yerini almaktadır.

Teolojik yönü ile imandan imara, vicdandan sorumluluğa, akıldan eylemeye insanı sistem kurmaya iten güç, ilahî bir ahlâktan kaynaklanmaktadır. Bu ilahi ahlâk, kâinat ile insan arasında özel bir bağ kurdurmakta ve devamlı olarak insanı anlama ve anlamı korumaya dair güdülemektedir. Bundan dolayı diyebiliriz ki âdemi Allah’a yaklaştıran/götüren iç ve dış âlemler aynı zamanda âdemi Allah’a bağlamaktadır. Âdemin âlemi tanzim etmesindeki ahlâk, Allah’ın âdemi imtihan etmesindeki ahlâktandır.

Ahlâkın bireysel ve toplumsal olandan ziyade sistemsel olmasına dikkat çekmek tam da Nurettin Topçu’nun şu cümlesine tekabül etmektedir. “İhtirasların parça parça bölündüğü hasta bir vücudu andıran İslam dünyası en bedbaht devirlerinden birisini yaşıyor. Bunun sebebi ne siyasi, ne iktisadi ne de ilmi ve fikridir. Bu halin sebebi İslam’ın temeli ve Kur’an’ın özü olan ahlâkın kaybedilmiş olmasıdır.” Burada mevzu bahis olan ahlâk kavramının, zahirî durumları bir kenara bırakılırsa doğrudan sistemi çağrıştıran İslâm ve Kur’ân ile ilişkilendirilmesi ahlâkında sistemsel olduğunun, bir nevi ahlâk nizamının varlığının bir delilidir.

Ahlâkın düzen ile bağlantılı olabileceği diğer bir hususta ahlâkın evrenselliği meselesidir. Bu mevzu dile getirilirken evrensel ahlâk yasalarının varlığı üzerinden bir temellendirmeye gidilmiştir. Hülasa evrensel bir ahlâk yasası var ise evrensel bir ahlâk vardır gibi bir yargıya varılmaktadır. Kanaatimizce böyle bir tümevarım ziyadesiyle meseleyi krize sokacaktır. Çünkü menfi de olsa eylemsel bir durumun her bir kişiye, gruba, topluma, millete göre dağılımını saptamak zor bir hadisedir. Bu noktada meseleyi daha makûl bir noktadan ele almanın gerekliliği vardır. Bir dini yaşamanın imkânında olduğu gibi ahlâkta da ideolojik faktörler elimine edilerek ve insanî olandan yola çıkılarak bir neticeye varmanın daha muteber olacağı aşikârdır. Örneğin, din meselesi imanî bir mevzudur. Bir kişi hangi dine mensup ise o dini yaşama hakkına sahiptir. Bu, insanî bir durumdur ve bu bir adalettir, merhamettir. İnsan olmanın gerektiği bir adâlet ve merhamet. Bu noktada ahlâk da insanı ilgilendiren kısmı ile adâletten ve merhametten nasibini bu şekilde almalıdır.

Ele aldığımız konu çerçevesinde ahlâkın düzen ile ilişkisi bağlamında diyebiliriz ki insanın eylemlerini etkileyen unsurlar bakımından bireysel ve toplumsal ahlâktan rahatlıkla bahsedebildiğimiz gibi bir düzen ahlâkından ve bu düzenin âdil olmasından da -hakka sadık olmasından/riayet etmesinden de- bahsedebiliriz. Bu noktada, hak ekseninde bir düzen ahlâkından meseleyi şekillendirmeye çalışıyorsak parametrelerin sahihliği de bir o kadar önemlidir. Yoksa hakkın kaynağını doğru tespit edilmezse saadete ulaşamadan meselenin civarında dolaşıp durulur. Onun için yine insanî olandan yola çıkılarak şu temel noktalar açıklığa kavuşturmak gerekmektedir:

a. Doğru Hak Anlayışı

1. Doğuştan insanlara verilen eşit insan hakları, herkesin sahip olduğu doğal haklardır. Bu haklar: Yaşama hakkı; ırz, nesep, namusun korunması hakkı; mülkiyet hakkı; aklın korunması hakkı; inandığı gibi yaşama hakkıdır. Bu beş tane temel insan hakkı, hangi inançtan hangi kategoriden olursa olsun değişmez insan haklarıdır. Herkes bu haklara sahiptir. Bu hakların her koşulda korunması icap eder. Bu adalettir.

2. Mukavele, yani karşılıklı rıza ile yapılan anlaşmalar hak ve vecibe doğurur. İnsanlar arasında irade ve rızaya dayalı bir anlaşma yapılmış ise, başkasına zarar vermeyen söz verilmiş ise bu anlaşma hak doğurur. Verilen sözün tutulması icap eder. Bu adâlettir.

3. Adâlet gereği doğan haklar vardır ki, eşit şartlarda aynı işi yapan kişilere aynı payı vermek icap eder. Bu adâlettir.

4. Emek, yani biri çalışmış, diğerinin külfetini azaltmış, nimetlerini çoğaltmış. Bu durum doğal olarak hak doğurur, karşılığının verilmesi icap eder. Bu adâlettir.

b. Yanlış Hak Anlayışı

Yanlış hak anlayışına göre haklı olmanın dört kaynağı vardır: Kuvvet, çoğunluk, imtiyaz ve menfaat. Bu umdelere her ne koşulda olursa olsun sarılmak zulüm doğurur. Bu haksızlıktır.

Bu temel yaklaşımlarda ister bireyin yozlaşması olsun ister kemalatı, ister toplumun ifsadı olsun isterse saadeti görülecektir ki, düzenin “âdil” oluşu da olmayışı da bu kaynaklarla ilgilidir. Yine bu yaklaşım bize göstermektedir ki düzenin sıhhati adâletin ikamesi ile mümkündür. Adil düzen, içten dışa ve dıştan da içe doğru bir döngüdür. İnsanla ilgili olan bütün meseleler bu döngü içerisinde hareket eder. İşte zulüm ve haksızlık bu döngünün arıza vermesi ile ortaya çıkar.

Konunun başında ele aldığımız ahlâksal edimlerine gelince bunlar süreç içerisinde en önemli vazifeyi ifa ederler. Mihenk taşı mesabesindedirler. Adil ahlâkî düzen; fertte inkişaf ettiğinde toplumu ihya eder, toplumda ihya ettiğinde düzenin doğru inşasını sağlar ki bu da insan-sistem dengesini ayakta tutar. Bu bakımdan adil düzen açısından ahlâk nizamı canlılık ve sıhhat kaynağıdır. Bundan dolayı “Adil Ahlâki Düzen” tüm katmanları ile varlığını her alanda hissettirmeli ve ahlâk, düzen olarak artık literatürde hakkıyla yerini almalıdır.

YAZAR HAKKINDA
Yusuf Yalanız
Yusuf Yalanız
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN