Abone Ol

Meşruiyet İhtiyacı

Meşruiyet İhtiyacı

Ezelî bir soru ve sorundur… İnsanı belirleyen şey nedir? Sözler mi yoksa olaylar karşısında gösterdikleri tepkileri midir? Bunu daha da genişletelim ve toplumlar bağlamında düşünerek sözleri, davranışları da sosyal tepkilerle birlikte ele alalım.

Çoğu kez kendiliğinden gelişen olaylar karşısında bizi belirleyen şeyin bu iki taraftan biri olduğuna kanaat getirilir ve yalnızca bir tarafı seçtiğimiz için suçlanırız. Yahut daha kötüsü söz ve davranışlar arasında bir uyuşmazlığın, çatışmanın varlığına işaret edilerek çelişkili olmakla suçlanırız.

İnsanlar söz konusu olduğunda normallikten yola çıkılarak sergilediğimiz davranışlarımızın -bırakın sözlerimizle uyuşmazlığını- reel toplum dengelerinin dışında oldukları öne sürülür. Devletlerin penceresinden baktığımızdaysa bu kez uluslararası dengeler, anlaşmalar ve hukuk normlarından yola çıkılır. Kimi zaman da sınırları belli olmayan ve Batı’nın kendini belirleyen şartlarla donattığı “evrensel ilkeler” ortaya çıkıverir. Tıpkı bireyin, “İnsanlar nasıl davranıyorsa sen de öyle davran” mantığına hapsedilmesi gibi devletlerin ve toplumların da özellikle Avrupa merkezli (eurocentric) yaşayış dinamiklerine bağlı olması istenir. Çünkü aslolan bu anlayışa göre “evrensel ilke”dir. Ancak kimse bu ilkelerin neye göre düzenlendiğini, toplumun buna hangi oranda uyum sağladığını sorgulamaz. Anayasa mahkemesine bireysel başvuruların önünün de açıldığı günümüzde Danıştay’a, Yargıtay’a hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kimse kalkıp da bu evrensel ilkeler nelerdir, diye sormayı aklının ucundan geçirmez.

“Evrensel ilke”lerin getirdiği en önemli mağduriyetlerden biri, ne yazık ki küresel sermayenin pazar oluşturmada sınıflamalara başvurması, ülkelere belirlenen ihtiyaçlar listesine göre harcamalar yaptırarak ekonomilerinin allak bullak edilmesiydi. “Üçüncü dünya ülkesi” tanımı, hem “muasır medeniyetler” seviyesine ulaşabilmek için bol gelen elbiselere talip olmak hem de henüz ihtiyaç hâline gelmeyen şeyleri hayatımızın bir parçası hâline getirmek gibi tuhaflıklara yol açtı. Öte yandan ihtiyaçların, pazar arayışındaki gelişmiş ülkelerce belirlenmesi ve sunulması birçok açıdan sorunlar doğurdu. Nüfusumuzdan fazla cep telefonuna sahip olmamız ya da çamaşır makinesinin yeni modelini alabilmek için henüz kullanılabilen eskisini çok düşük bir parayla geri vermemiz gibi.

Hülasa, söz ve davranışlarımız gibi talep ve ihtiyaç dengesi de uyum içinde olmalı. Sözlerimiz de davranışlarımız da meşruiyetimizi sorgular hâle getirmemeli. Çünkü her ikisi de biziz ve ikisi de bize aittir.

Bu şartlar içerisinde ihtiyaçlar manzumesinin nasıl bir meşruiyet çerçevesine oturabileceğini tayin etmek gerekiyor. Nitekim özellikle yukarıda da belirttiğimiz üzere eşyaya olan talebimizin onun gerisinden gelen kavramsal düşünceye olan inancımızı zedelenmesi de önemli bir handikapken bizi biz yapan meselelere yakından bakmamızı, kendiliğimizi yeniden oluşturabilmek için acilen birtakım önlemler almamızı zorunlu kılmaktadır.

Cumhuriyet hükümetlerinin temel dinamiklerini belirleyen meşruiyet sorunu, hükümetlerin de kendiliklerini belirlemede önemli bir role sahiptir. Yakından bakıldığında hemen her sorunun temel sebebi olarak kendilerini bu meşruiyeti sorgulama konusunda merkez olarak gören saikler daima olagelmiş ve ister istemez bunlara karşı konulamamıştır. Çok partili hayata geçildikten sonra en çok oy alan Menderes ve iki bakanın idamı başta olmak üzere darbeleri de bu çerçevede değerlendirdiğimizde doğrusu meşruiyet kurgusunun kimin tarafından sorgulandığı ve hükümet etme ile muktedir olma gayretlerini kimin yönlendirdiği sorusu hâlâ önemini korumaktadır.

Bu açıdan bakıldığında özellikle 90’lı yılların ortalarında daha ilk çıkışından itibaren kamuoyu baskı altına alınarak iktidardan uzaklaştırılan Erbakan hükümeti gibi bir örnek varken devletle aralarına oldukça önemli bir set çekilen muhafazakâr kesimin Ak Parti hükümetleriyle de endişeli bir meşruiyet sancısı çektiğini unutmamak gerekir. Nitekim 2007 e-muhtırası, Gezi olayları sonrasında 17-25 Aralık kalkışması bu sancıların ağrı eşikleri olarak göze çarpacaktır. Cumhuriyetin ilanından itibaren dile getirilen “Hâkimiyet milletindir” ülküsü, devletin bahşettiği bir yanılsama iken bu vurgu, muhafazakâr kesimin içine hiç sinmemiştir. Hatta muhafazakârlarca devlet ve devlete ait kimi kavramlara soğuk bakılmış ya da öyle bakmak zorunda bırakılmışlardır.

Sosyologların öngördüğü gibi muhafazakârlıkla devlet arasındaki ilişki, kaygıdan, endişeden hatta uzak duruşlardan münezzehtir. Devlet ülküsü, neredeyse muhafazakârlıkla eşdeğer bir kavram olagelirken bu sancılı kaygı nereden kaynaklanmaktadır? Birçok komplo teorilerinin üretildiği yönetim ve halk ilişkisinin kopukluğu, neye rağmen ve hangi bedellerle ödenmektedir? Bu sorularla bakıldığında devlet ve halk ilişkisinin temel belirleyeni olarak meşruiyet, bireyden topluma, siyasetten sanata bir varoluş ekseninde iki taraf arasındaki eşik olagelmiştir. Her eşik gibi sancılı olan bu geçişin kaynağı, meşruiyet bilincine sahip bir hamlenin ne olduğu ve bunun içselleştirilmesi sorunuyla ilgilidir.

15 Temmuz bu açıdan önemli bir tarihtir. Sloganlarla üretilen bir siyasî tarihin arka planında halk, ilk kez devletle olan anlaşmasını yenilemiş ve açıkçası belirleyici rol üstlenmiştir. Meşruiyet sorununu yeterince ortadan kaldıracak verilere henüz ulaşılamamasına rağmen, özellikle muhafazakâr düşüncenin kimi kavramların altına imza attığı rahatlıkla söylenebilir. Ortadoğu örneklerinde de gördüğümüz “Arap Baharı” gibi sonradan sanal bir özgürlük alanı olduğu anlaşılan hareketlenmeleri de iyi okumaya mecbur olan Türkiye, bir zoru başarmak ve meşruiyet alanını genişletmek zorundadır. Ancak bunun için de hangi verilere sahip olduğu sorularına bir cevap vermelidir. Özgürlüğü yalnızca kendisine isteyecek kadar bencil olmayan bir anlayışla mücehhez olan ve komşusunu da düşünen bir inanca sahip olabilecek muhafazakârlık, ekonomi-politik kaygılardan çok Anayasa’yı yeniden oluşturacak iradeyi gözetmeli ve bir daha maruz kalmak istemeyeceği vesayet sorununu, yeni ve devamlılık arz eden bir meşruiyet zemininde çözmek zorundadır. Çünkü artık arkasında kendi meşruiyetini sorgulamayan ve devleti içselleştiren bir kitle söz konusudur. Bu şansı iyi değerlendirmeli ve rüzgârı arkasına alarak yeni ve değişmez olan asıl ülküsüne doğru adımlarını hızlandırmalıdır. Çünkü artık kaybedilecek zaman kalmamıştır.

YAZAR HAKKINDA
Hayrettin Orhanoğlu
Hayrettin Orhanoğlu
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN