Abone Ol

İki Yüzyıllık Rüya: Sanayi Tarihi

İki Yüzyıllık Rüya: Sanayi Tarihi
Aslında söz konusu olan sanayileşme olduğunda; fabrikaların ortasında insan kalmanın güçlüğü, zehirli atıklar, nükleer santrallerin zararları, doğayı nasıl tahrip ettiğimiz gibi gerçeklerden bahsetmek benim için daha cazip bir seçenek. Hatta en sonunda "her şeyi bırakıp köyümüze dönelim" demek de son derece kışkırtıcı...

Fakat ne yazık ki 15. yüzyıldan itibaren Avrupa’da zemin bulup, 18. yüzyıl İngiltere’sinde yaşananlardan sonra dünyanın geri kalanı için olduğu gibi bizim için de olan bitene bigâne kalmak imkânsız hale geldi. Gerçek şu ki; Sanayi Devrimi sonrası dünya geri dönülmesi mümkün olmayan bir yola girdi ve bu yolda arkasına bakmadan hızla ilerliyor. Aslında önüne ne kadar baktığı da ayrı bir tartışma konusu. Zira Endüstri 4.0’ı tartıştığımız bugünlerde robotların şekillendireceği geleceğin dünyasında “insanoğlu”nun yerinin olup olmadığı temel endişe kaynaklarından bir tanesini teşkil etmekte. Fabrikalarda insan emeğinin acımasızca sömürüldüğü günlerden, insansız fabrikalara giden garip bir yolculuk insanoğlunun iki yüzyıldır yaptığı.

Esas itibariyle 18. yüzyıl Avrupa'sında yaşanan teknolojik gelişme ve sanayileşme sonucunda hızla değişen şartlar her devlet için iki seçenek sundu: Ya bu yarışa katılıp var olma ya da kayıtsız kalıp sahneden çekilme. Çünkü uluslararası arena kıyasıya bir rekabetin hüküm sürdüğü ve hayatta kalmanızın ne kadar güçlü olduğunuzla doğrudan ilintili olduğu bir kurtlar sofrası. Sanayi Devrimi sonrasında ise ne kadar güçlü olduğunuz ne kadar üretim yaptığınızla ölçülür hale geldi. Bir devletin gücünü tespitte nüfus ve asker sayısının payı yavaş yavaş azalırken enerji tüketimi ve sanayi üretimin önemi hızla arttı.[1] Dolayısıyla tarih sahnesinde var olmak isteyen her devletin yerli ve milli sanayisini inşa etmek ve diğer aktörlerle rekabet etmekten başka çaresi bulunmamaktaydı.

Sanayi Devrimi’nin hemen sonrasında Avrupa’da tüm dünyayı etkileyecek değişimler yaşanırken Osmanlı Devleti’nde bu alanda köklü değişimlerin yaşandığını söylemek mümkün değildir. Sanayi Devrimi öncesinde el emeğine dayalı küçük ölçekli imalata, tarıma ve ticarete dayanan Osmanlı ekonomisi kendi dışında yaşanan değişime iç ve dış faktörlerden kaynaklanan çeşitli sebeplerle uyum sağlayamayarak süreç içerisinde zayıflamaya başlamıştır. 18. yüzyıla kadar Lonca teşkilatı üzerinden üretim faaliyetlerini şekillendiren Osmanlı, makineleşmenin sonucunda ortaya çıkan daha az maliyetli ve daha büyük hacimli üretim tarzıyla rekabet etme şansını yitirerek bir hammadde kaynağına ve Avrupa için açık bir pazara dönüşmüştür. Bu noktada çeşitli Avrupa devletlerine tanınan kapitülasyonların da yerli ürünlerin ithal mallarla rekabetini engelleyen faktörlerden bir tanesi olduğunu göz ardı etmemek gerekmektedir.

Uzun süren savaşlar, toprak kayıpları, yönetim zaafları, toprak yapısının bozulması gibi nedenlerle ekonomik yapısı bozulan ve gerilemeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılın başlarından itibaren Batı’nın gücüyle karşı karşıya gelmiş ve çözüm yollarını hayata geçirme çabası içerisine girmiştir. Merkezi gücün artırılmasını amaçlayan reformların hayata geçirildiği III. Selim ve II. Mahmut’un padişahlık dönemlerini içeren bu yıllarda Devlet eliyle özellikle askeri alandaki ihtiyaçları karşılamak amacıyla çeşitli fabrikalar açılmıştır. Çok da başarılı olamayan bu sanayileşme girişimlerinin akabinde 1838 yılında İngiltere ile imzalanan Baltalimanı Ticaret Anlaşması ile yerli sanayi tamamen korumasız hale gelerek Osmanlı ekonomisi büyük bir darbe almış ve ülke dış borca mahkûm hale gelmiştir. Buna rağmen sanayileşme çabaları Tanzimat Dönemi’nde hızla artarak devam etmiş ve 1840’lı yıllardan sonra özellikle İstanbul, Bursa ve İzmir’de yoğunlaşan yatırımlarla büyük ölçekli birçok sanayi tesisi kurulmuştur. Bu fabrikalar başta tekstil olmak üzere metal, makine, elektrik üretimi, kimya, savunma sanayi gibi pek çok sektörü kapsamaktadır. Bu dönemde idareciler sadece fabrika kurmakla kalmamış aynı zamanda; Sanayi Mektepleri açarak, fuarlar düzenleyerek, şirketleşme çalışmaları yaparak, demiryolu projeleri uygulayarak sanayinin gelişimi için gerekli altyapı çalışmalarına da önem vermiştir. Fakat bu çabalar; yapısal, yönetsel, siyasi, ekonomik, toplumsal, kültürel pek çok nedenden dolayı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Akamete uğramış olmasına rağmen bu çalışmalar Cumhuriyet dönemi için önemli bir tecrübe birikimi sağlamıştır. Nitekim Cumhuriyetin ilanından sonra başlatılan milli sanayi hamlesinde Osmanlı deneyiminin izlerini görmek mümkündür.

İstiklal Harbi’nin hemen akabinde, henüz cumhuriyet ilan edilmeden Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi toplanmış ve yeni dönemin iktisat politikaları belirlenmeye çalışılmıştır. Burada kapitülasyonların kaldırılması gerektiğinden yerli sanayinin teşvikine kadar pek çok hususta önemli kararlar alınmıştır. Lozan anlaşması ile kapitülasyonlar kaldırılmış ve 1929’a kadar özel sektörün teşvik edildiği ve yatırımların özel sektörden beklendiği bir dönem yaşanmıştır. Ancak tüm çabalara rağmen bu dönemde istenen düzeyde bir sanayileşme atılımı gerçekleştirilememiştir. Bunda sermaye ve nitelikli iş gücü eksikliklerinin yanı sıra kamunun maddi gücünün demir yolu yapımı ve satın alımı, dış borç ödemesi, kaynak yetersizliği gibi etmenler nedeniyle sanayi yatırımına aktarılamaması da etkili olmuştur.

1930 yılından itibarense devletçi iktisat politikalarına geçilerek ithal ikameci bir sanayileşme perspektifi hayata geçirilmiştir. 1930-1940 döneminde Türkiye ekonomisi dışa kapatılarak, Devlet eliyle daha önceki süreçte ithal edilen ürünlerin yerli üretimle ikame edilmesine yönelik yatırımlar gerçekleştirilmiştir. Bu dönemdeki sanayileşme çabalarının kısmen başarılı olduğunu söylemek mümkündür. Fakat II. Dünya Savaşının başlaması ile tüm Dünya gibi Türkiye de savaş ekonomisine geçmiştir.

Savaş sonrası dönemde küresel düzlemde yaşanan gelişmeler siyasi alana Türkiye'nin çok partili siyasi hayata geçişi olarak yansırken ekonomik alana da dışa kapalı iktisat politikalarının terk edilerek serbest dış ticaret rejimine geçilmesi olarak tesir etmiştir. 1960'lı yıllara kadar devam eden bu iktisadî anlayış ülkenin dış ticaret açığının kronik hale gelmesine ve sürekli dış yardıma muhtaç olmasına neden olmuştur.

1960 sonrası dönem planlı kalkınma dönemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Şu anda ismi Kalkınma Bakanlığı olarak değiştirilen Devlet Planlama Teşkilatı tarafından hazırlanan 5 yıllık kalkınma planları ile ülkenin sosyal ve ekonomik yönden kalkınması için gerekli stratejiler ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu dönemde önemli reformlar ve yatırımlar gerçekleştirilmiştir.

1980 yılından itibarense tüm dünyada küreselleşme etkisini göstermeye başlamış ve tüm ekonomiler liberal politikaları hayata geçirerek sınırlarını sermayeye açmaya başlamıştır. Türkiye de bu değişimden etkilenerek ekonomisinde yapısal değişiklikler gerçekleştirmiştir. Bu değişikliklerle piyasa ekonomisi mantığıyla şekillenen bir yapı kurulmuştur. Bu durum sanayide özel sektörün teşvik edildiği ve özelleştirmelerle devletin üretimden yavaş yavaş çekildiği bir dönem olarak karşımıza çıkmıştır. 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan süreç çeşitli revizyonlarla birlikte etkinliğini halen devam ettirmektedir.

Yazının kapsamı itibariyle teferruatına girme şansımızın olmadığı özetin akabinde, Türkiye'nin sanayileşme tarihini irdelerken Milli Görüş Hareketine ve kurucusu Necmeddin Erbakan'a büyük bir parantez açmak zorunluluktur. Çünkü Erbakan gerek yerli sanayi konusunda ortaya koyduğu fikirleri ile gerekse hükümet ortağı olarak iktidarda bulunduğu dönemlerde gerçekleştirdiği sanayi hamleleri ile dikkat çekmektedir. 1969 yılında siyaset sahnesine çıkan Erbakan "sanayi kuran sanayi" olarak tanımladığı "ağır sanayi"ye büyük önem vermiştir. Maddî ve manevî kalkınma söylemi ile dikkat çeken Erbakan'ın, maddî kalkınma fikrinin temelini sanayileşme ve ağır sanayi oluşturmaktadır. Ancak büyük ve lider devletlerin ağır sanayiyi kurup işletebileceklerini düşünen Erbakan, yaygın ve hızlı kalkınmanın bir parçası olarak gördüğü Ağır Sanayi hamlesini 1974 yılında hükümet ortağı olmasıyla birlikte başlatmış ve ülkenin dört bir tarafında sanayi tesislerinin temelini atmış ve organize sanayi bölgeleri kurmuştur. Bu hamle tarihsel süreç içerisinde yerli sanayinin kurulmasını amaçlayan en kapsamlı ve en kritik hamlelerden bir tanesi olarak dikkat çekmektedir. Fakat ilerleyen süreçte Türkiye'nin yaklaşık iki yüz yıllık sanayileşme tarihinin hazin sahneleri tekerrür etmiş; bu fabrikaların bir kısmı kapatılmış bir kısmı da özelleştirilerek bir müddet sonra üretimini durdurmuştur. Çok az bir kısmı da halen üretime devam etmektedir.

Erbakan'ın sanayileşmeye ehemmiyet vermesinin temelinde "Yeniden Büyük Türkiye" ve "Yeni Bir Dünya" fikri yatıyordu. Büyük bir ülke olmanın yolunun da bilgi ve teknolojiye yatırım yapmaktan ve sanayileşmeden geçtiğini düşünüyordu. Ekonomik anlamda kendisine yeten bir Türkiye'nin öncülüğünde kurulacak, adalet üzere ve tüm insanların refah ve mutluluğunu esas alan bir dünyanın Erbakan'ın nihai hedefi olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu noktada Erbakan'ın Batı'nın rekabete, diğerinin üzerinde tahakküm kurma ve sömürüye dayalı kalkınma anlayışı yerine; işbirliği ve dayanışmaya dayanan yeni bir kalkınma paradigması önerdiğini ifade etmek gerekmektedir. 54. Hükümetteki kısa iktidarı döneminde hayata geçirdiği D-8 yapılanması bu bağlamda bir model ortaya koymaktadır.

Sanayi Devrimi sonrasında geç kalmışlık duygusu ile 19. yüzyılda başlattığımız sanayileşme çabalarımız neticesinde ülke olarak elde ettiğimiz deneyim, varisi olduğumuz medeniyet birikimi ile birleşince; bugün bize tarihteki hatalarımızdan ders çıkararak yeniden güçlü bir devlet olma ve insanlığa yeni bir alternatif sunma olanağı tanımaktadır.

Selam ve dua ile...

 
[1] Wilhelm Fucks'un 1965 yılında ortaya koyduğu formüle göre: Güç = Nüfusun Küp kökü X Çelik Üretimi X Enerji Tüketimi

YAZAR HAKKINDA
Ebubekir Uğuz
Ebubekir Uğuz
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN