Abone Ol

Ahlak Dindarlığımızın Neresinde Durur?

Ahlak Dindarlığımızın Neresinde Durur?
                                                                                                                                                                Ebubekir Uğuz

Tarih boyunca insan topluluklarını şekillendiren en önemli kurumlardan bir tanesi olarak din, sosyolojiden psikolojiye teolojiden felsefeye kadar pek çok alanın konusu olagelmiştir. Lakin sosyal bilimlerin konusu olan pek çok kavramda olduğu gibi din kavramı için de üzerinde konsensüs sağlanan ortak bir tanımdan söz etmek mümkün değildir. Her bir disiplin kendi çalışma alanının tesiriyle, her bir düşünür ya da bilim insanı da kendi zaviyesinden bir tanımlama çabası içerisine girmiştir. Tüm tanımların ortak noktasını oluşturan birkaç kavrama işaret etmek gerekirse; tanrı, tapınma, doğaüstü güç, kutsal gibi belli başlı birkaç unsur ön plana çıkmaktadır. İslam kelamı ise "din"i sırf doğaüstülük, kutsallık, tapınma gibi kavramlar ekseninde açıklamaya çalışan yaklaşımların aksine, "insanları dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırmayı amaçlayan ilahi kurallar bütünü" olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda din insanın Allah ile ilişkisini inşa ederek ahiret saadetini tesis etme amacındayken; dünya mutluluğu için de insanın diğer insanlarla, toplumla, doğayla, hayvanla vs. kurduğu ilişkiyi biçimlendirmektedir.

İnsanın yaratıcısı ile ilişkisi İslam'da tevhid inancı temelinde kurgulanırken şirk en büyük günah olarak ortaya konmuştur. Allah'ın varlığını ve birliğini kalp ile tasdik dil ile ikrar etmek olarak özetlenebilecek tevhid inancı Hz. Âdem’den Hz. Muhammed'e kadar olan ilahi vahyin özünü oluşturmaktadır.

İslam'da ve tüm ilahi dinlerde insanın dünyaya ve dünyadakilere dair söz ve eylemleri de ahlak kavramı çerçevesinde şekillendirilmiştir. Bu noktada ise kul hakkı en büyük günah olarak karşımıza çıkmaktadır. İrade sahibi bir varlık olarak yaratılan insan iyiyle kötüyü birbirinden ayırt edebilecek bir meziyetle donatılmış, tutum ve davranışlarından ahlakî anlamda sorumlu tutulmuştur.

İslam'ın devlet anlayışı ve toplumsal düzen fikrinin temelini ise adalet kavramı inşa etmektedir. Yaygın kanaatin aksine, İslamî olarak tanımlanabilecek bir siyasi düzen bazı şerî hükümlerin uygulandığı bir hukuk sisteminden ziyade adalet temelinde şekillendirilmiş bir toplumsal yapıya işaret etmektedir. Nitekim mülkün temeli olan adaletten yoksun bir sistemin varlığını devam ettirmesi mümkün değildir.

İlahi vahyin muhatabı olarak insanın hem yaratıcısına hem de diğer insanlara ve topluma karşı çeşitli sorumlulukları bulunmakta ve din bu sorumlulukları hatırlatmaktadır. Bu sorumluluk bilincinin muhasebesi olarak ahiret inancı da İslam'da merkezi bir yer işgal etmektedir. İnsan bir imtihan yeri olarak bulunduğu dar-ı dünyadan dar-ı bekaya göç etmesinin akabinde diğer insanlara, topluma, hayvanlara, bitkilere ve hatta eşyaya karşı yaptıklarından ve yapmadıklarından hesaba çekilecektir. Ahiret ve hesap verme fikrinin dünya hayatında insanın oto-kontrol mekanizması kurmasını sağlayan temel ve en etkili motivasyon olması tüm ilahi dinlerin ortak noktası olarak görülmektedir.

Özet olarak aktarmaya çalıştığımız çerçevede İslam'ın; tevhid, ahlak, adalet ve ahiret üzerine bina edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda toplumsal anlamda bir Müslümandan beklenen; tek ve kudret sahibi Allah'ın rızasına ulaşmak amacı ve ahiret bilinciyle, ahlaklı ve adil bir insan olmasıdır.

İslam, esas itibariyle erdemli bir hayat sürmek için elverişli bir zemin inşa eder. Zira ahlak İslam'ın temeli olduğu gibi aynı zamanda gayesidir. Nitekim Peygamberimiz (sav) "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" buyurmaktadır. (Ahmed b. Hanbel, 2/381) Peygamberimizin büyük bir ahlak üzerine olduğu ilahi vahiy (Kalem Suresi 4. ayet) ile de tescil edilmiştir. Bu noktada dikkatleri celbetmesi gereken önemli bir nokta da; Peygamberimizin henüz nübüvvet ile şereflenmeden önce yani iman ve kitap bilmezken de (Şura Suresi 52. ayet) ahlakî anlamda içinde yaşadığı toplumun gözünde örnek bir insan olmasıdır. Nitekim kendisine emin yani güvenilir sıfatı layık görülmüş, elinden ve dilinden herkesin emin olduğu bir insan olarak temayüz etmiştir. Bu, aynı zamanda kutlu mesajı insanlara aktarmak için neden kendisinin seçildiği noktasında bir ipucu da ortaya koymaktadır.

Gayesini "güzel ahlaklı insan" olarak tanımlayan ve temel taşıyıcı kolonlarından bir tanesini ahlakın oluşturduğu bir dinin mensubu olarak Müslümanların, içinde yaşadıkları toplumda erdemli ve örnek insanlar olarak ön plana çıkmalarını beklemek sanırım yanlış olmayacaktır. Yani dindarlığın arttıkça ahlaka ilişkin duyarlılıkların da artmasını beklemek teorik olarak kaçınılmazdır.

Peki, fiili olarak böyle midir? Yani dindarlık arttıkça ahlakî hassasiyet de artmakta mıdır? Dindarlığımız ve ibadetlerimiz bizi daha ahlaklı bireylere dönüştürmekte midir? Namazımız bizi kötülüklerden alıkoymakta mıdır? Ya da bizi kötülüklerden alıkoymayan ve iyiye yöneltmeyen bir namazın toplumsal zeminde diğer insanlar için ne değeri vardır? Zira namaz Allah için kılınmaktadır lakin içinde yaşadığımız toplum bizim davranışlarımızın iyi ya da kötü olması ile muhatap olmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, bizim dışımızdaki herhangi bir insan için kıldığımız namaz, tuttuğumuz oruç bir fayda veya zarar vermemekte, bizim söz ve eylemlerimizin ahlakî niteliği somut bir etkiye sahip olmaktadır.

Maalesef din ile ahlakın birbirinden koparıldığı, dinin belirli ritüellere indirgendiği dönemlerde yaşamaktayız. Ahlak gibi bir ruhtan mahrum kalan bir dindarlık şekilcilikten ibaret hale gelmektedir. Bu durum dindarları; namaz kılan ama adalet duygusundan yoksun, tespih çeken ama yalan söyleyen, kandil gecelerini ihya eden ama kibirli, hacca giden ama doğayı tahrip eden, zekat veren ama bencil, oruç tutan ama yetim hakkı yiyen, teheccüde kalkan ama miskini doyurmayan, suyu oturarak içen ama "maun"a engel olan insanlara dönüştürme riskini ihtiva etmektedir. Günümüzde dindar ama vicdan ve ahlaktan yoksun bir insan profili ile karşılaşmak sıradan hale gelmiştir. Ya da çevremize bir göz gezdirdiğimizde en vicdanlı, adil, duyarlı ve diğerkâm insanların en dindar olarak tanımlanan insanlar olduğunu söylemek ne kadar mümkündür?

Daha net bir soruyla, daha dindar bir insan olmaya karar verdiğimizde ibadetlerimizi artırmaya verdiğimiz önemin ne kadarını topluma ve çevremize daha faydalı olmaya veriyoruz? Veya din adına konuşan insanlar neden abdesti bozan hususlara verdikleri ehemmiyeti merhametli olmaya vermezler? Neden kul hakkı yemek faiz yemek kadar dikkat çekmez? Neden torpil, iltimas ve rüşvet teravih namazını kaçırmak kadar rahatsız etmez dindarları?

Sanırım Kuran-ı Kerim'de yer alan ibadete ilişkin ayetleri emir olarak telakki ederken, ahlaka dair ayetleri bir emir değil tavsiye olarak görmemizin bedelini ödüyoruz. Oysa erdemli insanlardan müteşekkil faziletli bir toplum inşa etmek İslam'ın dünyaya ilişkin en önemli amaçlarından bir tanesidir.

Erdemli bir topluma ulaşmanın yolu ahlaklı nesiller yetiştirmek ve toplumsal ilişkileri ahlak eksenli olarak tanımlamaktan ve şekillendirmekten geçmektedir. Bu durumda diğer insanlara ilişkin değerlendirmelerimizi şahsi ibadetleri üzerinden değil, içtimai bir olgu olan ahlak üzerinden yapmak zorunluluk arz etmektedir.

Elbette İslam'da ibadetler ve ritüeller önemlidir. Bunlar olmadan dindarlıktan söz etmek mümkün değildir. Fakat sadece namaz, oruç ve ibadete indirgenmiş bir dindarlık da eksik kalmaktadır. Diğer insanlarla, toplumla, çevreyle, hayvanlarla, bitkilerle kurduğumuz ilişkilerin de Allah rızası amaçlı, ahlak ve adalet eksenli olarak biçimlendirilmesi gerekmektedir.

Aksi takdirde dindarlığı nitelikli hale getiren ahlaktan yoksun fertler, kimlikleri nedeniyle temsilcisi olarak algılandıkları "din"e de zarar vermektedirler. "Dindar"ların sergilediği ahlakî açıdan problemli davranışların faturası "din"e kesilmektedir. Toplum tarafından müntesiplerinin tutum ve davranışlarının ahlakî niteliği üzerinden algılanan ve tanımlanan bir İslam ile kitleler arasında kapanması güç bir mesafe ortaya çıkmaktadır.

Maalesef ahlaklı olmanın dindarlığın bir gereği olmadığına dair düşüncenin yaygınlaştığı çeşitli araştırma bulgularıyla da ortaya konmaktadır. Diyanet İşleri Eski Başkanı Ali Bardakoğlu'nun paylaştığı bir saha araştırmasına göre "Dindar olmak ahlaklı olmayı gerektirir mi?" sorusuna katılımcıların yüzde 70’i "hayır gerektirmez" cevabını vermiştir. Din ve ahlakı böylesine ayıran bir tablo derinlemesine bir tefekkürü hak etmektedir. Şüphesiz ki bu algının müsebbibi İslam değil Müslümanlardır.

Bir yandan dinî görünürlük artarken diğer yandan ahlaki değerlerin dejenerasyonu da hızlanmaktadır. İçinde yaşadığımız toplumda dine yönelik ilgi artmasına rağmen ahlaki yozlaşma da yaygınlaşıyorsa, din tasavvurumuz üzerinde yeniden düşünmemizin vakti geldi de geçiyor demektir. Bu sancılı eleştirel süreçten geçmeyi göze alamadığımız takdirde topluma söyleyecek sözümüzün hızla tükenmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu noktada doğru soruları sormak ve bunlara cesaretle cevap aramak tarihsel bir sorumluluk olarak karşımızda durmaktadır.

Sahi, ahlaklı olmadan dindar olmak ne kadar mümkündür ve ahlak dindarlığımızın neresinde durmaktadır?

 

YAZAR HAKKINDA
Ebubekir Uğuz
Ebubekir Uğuz
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN