Abone Ol

Peygamber Kim?

Peygamber Kim?
Nursevde Güleç

Bizim çocukluğumuzda çocuklar için hazırlanan kitaplar bugünkü kadar bol ve cıvıltılı değildi. Peygamberimizle ilgili ise cıvıltılı olmayı bırakın çocuklar için hazırlanmış kaynaklar yok denecek kadar azdı. Kalın kapaklı, resimli bir “Çocuk ve Peygamber” hatırlıyorum yalnızca. Annemler yakın yaşlardaki çocuklarıyla haftada bir mahalledeki Anadolu Gençlik Derneği –o zamanki MGV’nda- toplanırlar, her hafta biri sıradaki sayfaları bize okur, anlatırdı. Maksat bize Peygamberimizi tanıtmaktı.

O zaman okulda Peygamberimizle ilgili herhangi bir ders, etkinlik vs. de olmazdı. Haftada iki saat gördüğümüz din kültürü dersi ağacı koru, çiçeği öp temasıyla özetlenebilecek sığlıktaydı. Çocuğun Peygamberini tanıması, onunla bir ilişki kurması daha çok ailelere kalıyordu böylece. Evde bazen babam bize Peygamberimizin hayatından kesitler anlatırdı. Ailecek Dursun Ali Erzincanlı’nın “En Sevgiliye” şiir albümünü dinler, dinlediklerimizi hayâl gücümüz yettiğince kafamızda canlandırmaya çalışırdık. Bir de en önemlisi yaşımız büyüdükçe hayatımızda değişmeyen bir mihenk taşı olarak mahallemizdeki AGD’miz vardı. Orada kışın hafta sonları, yazın da hafta içleri devam ettiğimiz derslerin bir kısmında bize Peygamberimizden bahsedilirdi.

Ailemizin dünya görüşü sayesinde tüm imkansızlıklara rağmen Peygamberimizi tanıyarak büyüyen çocuklardık. Ortaokul sonrası hafızlık eğitimi ve ilahiyat fakültesi sürecinde müfredata dahil olan ve olmayan birçok siyer ve İslam tarihi kaynağını inceleme, birçok değerli hocadan Peygamberimizi dinleme şansım oldu. Tüm bunlara rağmen nihayet belli bir süreçte Peygamberle olan tanışıklığımızın eksikliğini ve soğukluğunu fark ettim. 20 yaşlarındayken katıldığım bir konferansta Ömer Tuğrul İnançer Peygamberle olan ilişkimiz üzerine konuşurken bizim toplumumuzda yer edinmiş aşırı saygı kültürünün bizi peygamberden uzak tuttuğuna değindi: “Sevgi yaklaştırır, korku uzaklaştırır. Peygambere olan saygının sevgiden önce gelmesi demek, o saygının korkudan kaynaklaması demektir. Ama biz önce sevgiyi tesis etmeye çalışırsak saygı zaten beraberinde gelecektir.” dedi mealen. Hocanın söyledikleri kafamda birçok şeyin yerli yerine oturmasına yardım etti. Peygamberi “saygı” fanusuna koyup yükseklere kaldırmanın onu kendimizden uzaklaştırmaya sebep olduğunu fark ettim. Oysa ki her Müslüman için Peygamberi her an ulaşabileceği bir uzaklıkta olmalıdır. Demek istediğim her Müslümanın Peygamberiyle hatta yüce yaratıcısıyla, namazıyla kendine has, ayrı bir hikayesi, bir yolculuğu olmalı. Yüce Allah ile onun sevgili Rasulü ile onun emirleri ile aramızda yalnız bize özgü, bize özel, bizden izler taşıyan bir hikaye ağı örmeliyiz hepimiz. Bizi ancak bu ilişki kurtarabilir çünkü.

Bizler İslam’ı elde etmek için herhangi bir çaba göstermeden, onun içine doğan şanslı insanlarız. Fakat bu şans bizim imtihanımız da olabilir bir yerde. Osman Nuri Topbaş Hocaefendinin bu konuda mirasyedi örneğini verdiğine şahit olmuştum. Kendisi “İslam bizlere miras kaldı” diyordu. Babasından yüklü bir mirasa konan genç ile her şeyini kendisi çalışıp çabalayarak elde eden kişiyi örnek göstererek kıyaslıyordu. Elbette mirasa konan çok daha rahat harcardı elindekileri. İslam da bizim gibi Müslümanlar için böyle, evet. Derin bir araştırma, soruşturma, ilmî müzakere eşliğinde Müslüman olmadık. La ilahe illallah Muhammed’ür rasululah dediğimiz için kızgın çöl kumlarında işkenceler görmedik. Erkam’ın Safa Tepesi yakınlarındaki evine kimseye kendimizi belli etmemeye çalışarak nefes nefese, peygamberin sohbetine katılmanın heyecanıyla varmadık. Hz. Ebubekir’in bir kese altınıyla işkenceden kurtulmadık. Müslüman olduğumuz için bize malını satmayan, malımızı almayan, selam vermeyen, örgütlü olarak bizi sosyal hayatın dışına iten bunu üç yıl süreyle katı bir şekilde devam ettiren bir güruhla yaşamadık. İnancımız uğruna memleketimizi, anılarımızı, malımızı mülkümüzü geride bırakıp bir tarafıyla bilinmezlik olan bir şehre göç etmedik. En nihayetinde bizim yaşamadığımız ama İslam’ın ilk mensuplarının yaşadığı tüm bu olaylar ve daha fazlası o dönemin insanlarının İslam ile Yüce Allah (c.c.) ile Hz.Peygamber (sav) ile bireysel hikayeler oluşturmalarını sağladı. Sevginin kantarı fedakârlıktır derler. Yaptıkları her fedakârlık onların Allah’a (c.c.) ve Peygambere (s.a.v.) olan sevgilerini artırdı.

Bir tarafta onların hikayesi böyleyken diğer tarafta da biz varız. Yukarıda da söylediğimiz gibi Müslümanlığımız bize ana babamızın, içinde doğduğumuz toprakların en değerli mirası. Fakat onu içselleştirmek için şimdi bir uzun yol var önümüzde. Taklitten tahkike geçmek biraz da böyle bir şey aslında.

Her Müslümanın Müslümanlığını yeniden ilmek ilmek örmesi gerek velhasıl. İçinde bulunduğumuz Rebiülevvel ayını fırsat bilerek bu ilişki ağını örmeye Peygamberden başlamak son derece iyi bir fikir gibi görünüyor. Onun dünyayı teşrifinin sene-i devriyesinde kendi içimizde gireceğimiz böyle bir hesaplaşma, daha güzeliyle çaba Peygamberimize verebileceğimiz en kıymetli hediye olur kanısındayım. Ayet-i kerimede işaret edilen “Ey iman edenler! İman edin!” sırrı belki buralara bir yerlere işarettir. İman ettim demek iman etmeye yetmiyorsa, Peygamberi seviyorum demek de peygamberi sevmeye yetmiyor olabilir. “Rahmana ulaşan yollar yarattıklarının sayısı kadardır.” denmiş, Rasulünü sevmek de çeşit çeşittir; olmalıdır öyleyse. Herkes peygamberini, kendine özgü bir şekilde sevmeli, sevebilmelidir. Öyleyse bizim, yukarıda da söylediğimiz gibi ilmek ilmek işlediğimiz, tamamen bize özgü biricik bir sevgi ağına ihtiyacımız var.

Peki, nasıl örülür bu sevgi ağı? Bir sevgiyi büyütmek kolay bir iş midir? Üstelik aradığımız her yönüyle hakiki bir sevgi ise?

Burada aklıma şair Gülten Akın’ın dizeleri geliyor: “Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim.” diyor ya. En güven veren sevgi değil midir? Usul usul, sindire sindire sevmek. Bunun yolu da tanımaktan geçer bir yerde elbette.

Demek ki sevmek kendimize sormakla başlayacak aslında: “Peygamberin kim?”

Yerinde sorulmuş bir sorunun birçok düğümü çözdüğü vakidir. Bu soruyu cevaplama yolunda atacağımız her adım Peygamberle aramızda; muhakkak çokça saygı, belki biraz korku, mahiyetini ve niteliğini tanımlayamadığımız bir sevgiden oluşan urganı gevşetecek, nihayet düğümü çözecek ve o düğümün çözüldüğü yerde bizim hikayemiz başlayacak. Saf sevgi, gerçek bir empatiyle örülmüş yalnızca o ve bize özgü, biricik hikayemiz.

Onu bir Peygamber olmadan çok önce annesinin kolları arasında dünyayı henüz teşrif etmiş berrak bir yavrucak olarak düşleyeceğiz. Beni Sa’d yurdunda süt kardeşleriyle kırlarda koşturan uslu mu uslu bir güzel çocuktur O, sonrasında. altı yaşında üç kişi çıktığı yolculuktan, annesini geride bırakarak dönen mahzun bir çocuktur. Dedesinin kıymetlisidir. Gün gelir amcasına dedesinin emanetidir. Alıştıklarından ayrılmaya alışmış bir çocuktur. Onu böyle bir çocuk nasıl sarıp sarmalanırsa öyle saracak, öyle seveceğiz.

Onu bir Peygamber olmadan önce de dürüstlüğü ve erdemliliğiyle parmakla gösterilen inci tanesi o delikanlı haliyle düşleyeceğiz. Devrinin sosyal problemlerine kulak tıkamayan, duyarlı bir gençtir O artık. Yemin etmiştir zalimin karşısında, mazlumun yanında duracağına, “denizlerdeki sular kuruyuncaya dek” onu, mazlumların refahı için hiçbir mecburiyeti olmadan çaba göstermek fiilini gerçekleştiren bir genç nasıl sevilirse öyle seveceğiz.

Onu bir iş adamı, bir eş, bir baba olarak düşleyeceğiz. Hepsi için ayrı ayrı seveceğiz.  

Nihayet kırk yaşında eşi, çocukları, işiyle, sosyal çevresindeki saygınlığıyla oldukça yolunda giden bir hayata rağmen Nur Dağı’nın sarp kayalıklarına tırmandıran derdinin manasını hissetmeye, duymaya çalışarak seveceğiz onu.

İlk vahyin azameti, omuzlarına binen yükün hayretiyle tir tir titrerken nasıl sarıp sarmaladıysa Hz. Hatice, yine öyle saracak, öyle seveceğiz.

Velhasıl onu tüm insanî halleriyle, kendimizle yakınlık kurarak tanıyacağız ve işte böyle usul usul seveceğiz.

Ayet-i kerimede yüce rabbimiz buyuruyor: “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Yalnız bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor.” Onu tüm yaratılmışlardan üstün hale getiren vahye layık kutsiyetini saklı tutarak beşerî taraflarını görüp tanımak, o taraflarından kendimizi ona benzetmek, ona yaklaştırmak, Peygamberimizle aramızdaki ilişkiye iyi gelecek kanaatindeyim. Rabbimiz bize Peygamberini layıkıyla sevebilmeyi, ona benzeyen Müslümanlardan olabilmeyi nasip etsin. Amin.

YAZAR HAKKINDA
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN