Abone Ol

İlahî Adâlet mi, Kutsal Demokrasi mi?

İlahî Adâlet mi, Kutsal Demokrasi mi?
Bir Kavram Olarak Adâlet

Adâlet kelimesi “Adl” kelimesinin kökünden gelmektedir. Adâlet kavramı sözlükte; insaflı, doğru, eşit olmak, eşit tutmak, doğru davranmak, zulmetmekten uzak olmak, her şeye tam hakkını vermek, hakkınca düzeltmek, mutedil yani kararlı ve ölçülü olmak, her şeyi yerli yerinde ve gereğince yapmak, istikamet ve hakkaniyet üzerinde olmak anlamlarına gelmektedir. “Adl” kökü Arapça dilinde “an” harfi cerri ile zikredildiği durumlarda doğruluktan ve yoldan sapmak ve meyletmek mânâlarına gelmektedir. (ilâ) edatı ile kullanıldığında ise dönmek mânâlarına gelmektedir. (be) edatı ile kullanıldığı taktirde ise denk ve eşit tutmak anlamlarına gelmektedir. Adâlet kelimesi kökü olan “Adl” kavramı bir şeye meyletmek, başka yöne yönelmek, sapmak, hak yoldan ayrılmak mânâlarına da gelmektedir. Buradan anlıyoruz ki “Adl” kökünün birbirine zıt iki anlamı vardır. Bunlardan biri doğru, düzgün olmaya, diğeri ise de eğri olmaya delalet etmektedir. (1)

Bir tanım olarak adâletin karşılığının pratikteki durumu nasıl olmalıdır? Kavramdan çıkardığımız sonuç, adâlet, devleti ayakta tutar ve uzun ömürlü olmasına sebep olur. Adâlet olmadan kuvvete dayanan üstünlükler gelip geçici olduğu gibi hüküm süren hükümdarlar da yok olma nimetinden bile mahrum kalmışlardır. Firavun denildiğinde aklımıza gelen ilk kavramlar zülüm, haksızlık, katliamdır. Bu kavramlar Firavunla eş anlamlıdır. Allâh-ü Teala, firavunları insanlara ibret olsun diye toprak olma lütfunu bile bahşetmemiştir. Peygamberler adâletin olmadığı, kuvvetin üstün tutulduğu devirlerde gönderilmiştir. Her peygamber hakkı ve haklılığı üstün tutmayı kendi ümmetlerine Allâh’ın bir emri olarak tebliğ etmiştir. Son olarak gelen hak din İslâm ve peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhisselam da kuvveti ve haksızlığı ortadan kaldırarak yeni bir dünyayı tesis etmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de geçen ve beşinci râşit halifemiz olan Ömer Bin Abdülaziz döneminde Cuma hutbesinin hemen akabinde okunan “Şüphesiz Allah, adâleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri fenalığı ve azgınlığı da yasaklar, O düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” (Nahl Suresi 90) âyeti İslâm hükümdarlarının, yöneticilerin ve bütün Müslümanların hayat nizamlarını düzenleyen çok önemli bir âyettir. (Acaba bu âyetin hükmünü uygulayabiliyor muyuz?) Sadece bu ayet mealinden yola çıkarak bir devlete ve/veya topluma tam mânâsıyla âdil bir düzen kurabiliriz. Bu âyetin haksızlığın ve zulmün kol gezdiği Emevîler döneminde uygulanması Ömer Bin Abdülaziz’i ikinci Ömer yapmanın yanında kendisine yapılan hayır duaların devam edilmesinde en önemli örnektir.

 Adâleti ve Adâletli Olmayı Yöneticiye Kim Hatırlatır?

Devletlerin ortaya çıkış sürecinden günümüze kadar geçen uzun süreç içerisinde her yöneticinin kendisine akıl/fikir veren bir yardımcısı olmuştur. Şüphesiz bu yardımcılardan en hayırlısı Hz. Yusuf Peygamberdir. Firavun IV. Amenhotep, Yusuf peygamberi kendisine başyardımcı tayin etmiş ve bu isabetli seçim neticesinde Mısır afetlerden uzak tutulmuştur. Elbette Yusuf’un peygamber olması ilahî vahyin kendisine gelmesi ve Hakk’ın bir lütfu olan rüya tabirciliği onu en hayırlı devlet adamı yapmıştı. Peki, Yusuf peygamber gibi bir yöneticiye sahip olmayan hâkimlerin, kralların, vb. durumu ne olacak? Âlemlerin efendisinden sonra acaba hangi kutsal kişi veya kitap yöneticileri daha doğruyu bulmaya sevk edecek? Bu sorunun cevabını siz daha iyi biliyorsunuz: Kur’ân ve sünnet.

Kaynağında Kur’ân ve sünnetten izler bulunan ve devlet yöneticilerinin doğru yoldan ayrılmamaları ve adâlet üzerinde yaşamaları için yazılmış bazı eserler de var: Siyasetnameler.

Siyasetnameler, devlet yöneticileri için yazılan ve içeriğini, yönetim, siyaset, vd. alanlarda yol gösterici tavsiye ve telkinlerin oluşturduğu metinlere verilen genel bir addır. Arapça siyaset kelimesinin se-ye-se kökünden seyis ile etimolojik bağı onu yönetmek ile alakalı semantik içeriğini göstermektedir. Nitekim siyaset, sözlük anlamı itibariyle “at bakmak, memleket idare etmek, bir nesneyi dikkatle gözetmek” demektir. Siyaset kelimesinin batı dillerinde ki karşılığı politika sözcüğüdür ve politika, “siyasal şeyler; vatandaşlık hakkında ilişkin şeyler; devleti devlet yapısını, siyasal rejimi, cumhuriyeti, egemenlik hakkını ilgilendiren her şey” demektir. Osmanlı literatüründe bu kelime çok anlamlı bir görünüm arz eder: Hükümet, ülke idaresi; cezaya müstehak olanların cezasını vermede şiddet göstermek; ceza, mücezat, idam cezası; reayanın işlerinin düzenlenmesi için hikmet-i hükümet iktizasından olan icraat; devletlerarasında ki münasebet ilmi, diplomasi (mânâlarına gelir). (2)

Siyasetnamelerde verilen öğütlerin tamamına yakını Kur’ân ve sünnete dayanan tavsiyelerden oluşmaktadır. Diğer bir ifadeyle Cenab-ı Hakk’ın bizlere buyurduğu ilahî sözleriyle peygamberimizin hadisleri, ve enbiyadan ve evliyadan olan büyüklerin menkıbelerindeki öğütlerden oluşur. Siyasetnamelerde üzerinde en çok durulan kavram “adâlet” olmuştur. Bu sihirli kelime bütün sistemi ayakta tutan yegâne unsurdur. Adâlet olmadan hiçbir şeyin olması asla mümkün değildir, olması hâlinde de devamlı olmayacaktır. İnsanların bile en ayırt edici özelliği olan iyilik, güzel huy gibi değerler aslında adâletle doğrudan bağlantılıdır. Kayaoğlu, bu durumdan şu şekilde bahsetmekte: “Bir kimsenin iyi ahlâk sahibi olması için âdil olması gerekir. Diğer insanlara kanunen verilmiş olan haklara riayet etmeyen, haksız yere bu nimetleri kendine alan veya yakınlarına veren kişi, adâlete uymayan bir kişidir. Böyle bir kişi adil olmadığı gibi, ahlak kurallarına da uymadığı için ahlaklı da değildir. Bir insan tutum ve davranışlarında adâletli değilse, onun dindarlığından ve ahlaklığından söz etmek mümkün değildir. Yine böyle bir kişi medeni bir kişi de değildir. Zira medeni kişi ahlak kurallarına ve başkalarının haklarına saygı gösteren bir kişidir.” (3)

Kayaoğlu, medeni kişiyi tarif ederken kıstası/mihenk taşı âdil olma duygusudur. Kişi âdil olursa medeni insan olur. Günümüzde bu tariften yola çıktığımızda acaba yüzde kaçımız bu kıstasa uyuyor? Nahl sûresinin 90. âyetini, acaba kaçımız hayatımıza tatbik ediyoruz?

Siyasetnamelerde adâlet vurgusu hayatın bütün bir alanını kapsadığı gibi insanın bütün uzuvları da bundan kayıtsız değildir. Dilde adâlet; dilin dedikodu, küfür ve yalandan korunması, ellerde adâlet; ellerin hayırlı işlerde kullanılıp, fena işlerden korunması, karında adâlet; karnı haramdan ve şüpheli yemeklerden korumaktır. Bedende adâlet; vücuda haram şeylerin giyilmemesidir. İdarecilerin de bu hususa dikkat etmeleri ve azalarını Allâh yolunda kullanmaları gerekmektedir. Azalarını, cehenneme girmelerine sebep olacak işlerden korumalıdırlar. Bu şekilde hususi adâleti sağlayabilen kimse genel adâleti de sağlayabilir.

Demokrasi mi Adâlet mi ?

1789 Fransız İhtilali’nden sonra bütün dünyayı etkisi altına almaya başlayan en öz tabiriyle demokrasi arayışı gerçekte “adâlet”  eksikliğinden doğmuştur. Yine Almanya’da başlayan Reform hareketi “adâlet” eksikliğinden kaynaklanıyordu. Aşağıda bulunan tanım aslında bütün yazacaklarımızı özetleyecek niteliktedir.

Demokrasinin tanımı tartışması günümüzde hâlâ devam eden bir tartışmadır. Bunun sebepleri arasında, ülkelerdeki bazı kurumların görüşlerini haklı çıkartmak adına demokrasi tanımını kullanmaları, demokratik olmayan devletlerin kendilerini demokratik olarak tanıtma çabaları ve aslında genel bir kavram olan demokrasinin tek başına kullanılması (anayasal demokrasi, sosyal demokrasi, liberal demokrasi vb.) gibi sebepler gösterilebilir. Demokrasiye farklı atıflar mevcuttur:

. Çoğunluğun yönetimi

. Azınlık haklarını güvenceye alan yönetim;

. Fakirin yönetimi;

. Sosyal eşitsizliği yok etmeye çabalayan yönetim;

. Fırsat eşitliği sağlamaya çalışan yönetim;

. Kamu hizmetinde bulunmak için halkın desteğine dayanan yönetim. (4)

Yapılan bu tanımdan hareketle şunu ifade edebiliriz. Adâlet olmadan hiçbir sistemin ayakta kalması ve/veya uzun ömürlü olması mümkün değildir. Yine, kendimize rol model olarak aldığımız Avrupa aslında adâletsizlikten dolayı demokrasi adı verilen kavrama yapışmışlardır. Uzun mücadeleler ve savaşlar vererek 19. ve 20. yüzyıllarda demokrasiyi elde eden (ettiğini zanneden) Avrupa’ya karşılık Müslüman devletlerin hükümdarlarına yazılan “Siyasetname” türündeki eserler, demokrasinin olan ve olması ihtimali bulunan bütün tanımlarına daha geniş bir açıyla bakmaktadır. İşte, karşılaştırma yaparak okumak için birkaç örnek:

“Kutadgu Bilig”te adâletle alakalı şu ifadeler vardır: ''Memleket tutmak için çok ordu ve asker lazımdır, askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır, bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerektir. Halkın zengin olması için de doğru kanunlar konmalıdır". Aynı eserde hukuk ve adâletin önemini vurgulayan birçok beyit vardır: "Beylik kanun ile ayakta durur", "âdil kanunlar koyma ve onları tarafsızlıkla uygulama yoluyladır ki bir hükümdar, uzun süre egemenliğini koruyabilir", "beylik iyi bir şeydir, fakat daha iyi olan kanundur ve onu doğru tatbik etmek lazımdır''. (5)

Sizce demokrasinin bütün kavramlarından daha geniş bir ifade değil mi? Okumaya devam edelim ve demokrasi ile adâleti karşılaştırmaya devam edelim:

Yaratılış itibariyle insanlar eşit değildir. Kimi zayıf, kimi kuvvetli; kimi sağlıklı, kimi sakattır. Kimi doğup büyüdüğü yer itibariyle daha elverişli imkânlara sahiptir. Eşitlik, ancak hak kavramının olduğu yerde vardır. Kanun karşısında herkesin eşit olması da bir şeye hak kazananların ondan eşit olarak yararlanmasıdır. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, genelde, hak ile adâlet arasındaki ilişki, layık olmayla adâlet arasındaki ilişkiden çok daha kuvvetlidir. (6) Osmanlı Devleti de halkın mutluluğuna, devletin varlığının payidar olmasına yönelik olarak hazırladığı “Kanunname”ler vasıtasıyla yukarıda belirtilen eşitlik ve adâlet terazini doğru bir şekilde elinde tutmuştur. Bu anlayış 300 çadırlık bir obanın üç kıtaya hâkim olmasına ön ayak olmuştur. Yine Devlet, adâleti merkez aldığından dolayı vergilerin miktarı bölgeden bölgeye fark etmekteydi, devlet ve milletin kurmuş olduğu vakıf medeniyeti sayesinde Nahl sûresinde emredilen ve yapılması ve bakılması gereken kişilere karşı görevini hakkıyla yerine getirmekteydi. Sultanlar, en yüksek mahkeme olan Divan-ı Hümayun’da halkının şikâyetlerini dinler ve onlara adâlet dağıtırdı. Devletin çok uluslu yapısı adâletin uygulanmasında bir engel teşkil etmez aksine hak edene hak ettiği üzere kararlar verilirdi. Osmanlı her ne kadar bir İslâm devleti olsa da kararların alınmasında şer’î hukukun yanında örfî hukuk da uygulanırdı. Fethedilen yerlerin oturmuş kanunları ıslah edilir ve tatbikine devam edilirdi. Böylece tebaa varlığını rahat bir şekilde sürdürmeye devam ederdi. Kısacası Osmanlı gittiği yere demokrasi değil adâlet götürmüş oldu. Yani devlet demokratik değil, âdildir.

Avrupa’nın ve Avrupaîlerin kutsal sözü olan demokrasi ifadesi gerçekten de adâletsizlikten ortaya çıkmıştır. Demokrasinin merkezi gösterilen Amerika’nın kendi ülkesinde ve dünyada uygulamak istediği demokrasi fikrini yakın zamanda coğrafyamızda gördük ve görüyoruz. Avrupa’nın demokrasi anlayışını ve ne kadar demokratik olduğunu da son siyasî gelişmeler bize göstermiş oldu.

Peki, çözüm nerede ve neyde? Bu sorunun cevabını klişeleşmiş ama çok sevdiğim bir sözle ifade etmeliyim: “Neyi kaybettiğini hatırla!”

 
(1) http://www.islamalimi.com/adâlet-nedir/ Erişim Tarihi 22.12.2012.

(2) Abdusselam El-Amasi; “Tuhfetü’l Ümera ve Minhaütü’l-Vüzera (Siyaset Ahlakı)”, Çev. A. Mevhibe Coşar, Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul 2012, s. 18.

(3) Doç. Dr. İsmet Kayaoğlu; “İslamda Adâlet Mefhumu”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 27, Sayı 21, 1986,  s.201.

(4) https://tr.wikipedia.org/wiki/Demokrasi. Erişim Tarihi 22.12.2016.

(5) M. Akif Aydın, “Kanunnameler ve Osmanlı Hukukundaki İşleyişi”, Osmanlı Araştırmaları S. XXIV. İstanbul 2004, s.37.

(6) Kayaoğlu, s. 203.

YAZAR HAKKINDA
Tahsin Hazırbulan
Tahsin Hazırbulan
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN