Abone Ol

Dünya Yalan, Türkü Gerçek!

Dünya Yalan, Türkü Gerçek!
Zamanda...

Bir yerlerde...

Bir ân’ın içerisinde...

Anasını öte dünyaya erkencikten yollayalı beri gözlerini tâ uzaklara daldırıp, bozkırın orta yerine bağdaş kurmuş “Göğnüm hep seni arıyor, Neredesin sen?” âh be ana diye diye tezenesiyle tutunuyormuş bir adam, hayata... “Boynu bükük bir Garib’im yüzüm gülmüyor” deyip inlermiş dağa taşa, bağrında anadan ayrılmanın yakıcılığıyla. Bozkır, tam da bu mevsimde buruk bir telaş içerisindeymiş, her yer kan kırmızı gelincik... Toprak bir şey diyormuş duyana, toprak yanıyormuş ona aşk ile bakana.

Hiç kokmayan bu al çiçekleri koklamaya inmiş yükseklerden bir Leyla, sıkılmışta cam fanusta, sırça köşklerde yaşamaklardan (!) ve onlara dokunmadan evvel dünyevi kirlerinden arınmak için ellerini yıkayıvermiş, Anadolu’nun ortasında kızılca bir ırmakta... O da nesi, rüzgâr kulağına bir ses getirmiş. Yanık mı yanık... Bir ân durmuş dinlerken suya yansıyan aksiyle göz göze gelmiş; “Datlı dillim, güler yüzlüm, Ey! Ceylan gözlüm...” diyormuş bu hasret kokulu nefes. Bizim Leyla üzerine alınmış bu seslenişi. İnsan bu; biraz kanmaya meyilli biraz da ukala ya... Hem bakınmış kendinden başka kimseler de yokmuş oralarda. Oysa her sene bu mevsimde inermiş gelinciklerle konuşmaya, o yüce, uzak dağlardan bozkıra daha evvel hiç kimselere rast gelmemiş ve böyle bir karşılaşma ümit içinde bile değilmiş. Tutamamış kendini gözlerini kapayıp, burnunda gelinciklerin kekremsi kokusu, bu ilahi seslenişin varmış yanına...

Göz göze geldikleri o ilk ân da, nedense tutamayıp elinden kara toprağa düşüvermiş tezenesi adamın. Hep mendil mi düşürülür yere? İlla beyler mi alır, koklar ve sahibine uzatır? Bu hikâyede Leyla yeltenip almış yerden, sonunu düşünmeden hasretle koklamış ve uzatmış adama. Leyla’nın elleri o gün bu gündür acı, hasret, hüzün ve toprak karışımında ebedi kalıcı bu rayihaya bulanmış. Kimseler duymazmış ama bir tezene tutabilene neler neler anlatırmış. Gelgelelim bozkırın tam orta yerine bağdaş kuran bu dertli adam tezenesine Leyla’nın eli değdi diye mi bilmem bir başka seslenir olmuş ve teşekkür niyetiyle sunmak istemiş meramını o tel tel saçlı, kalem kaşlı ahuya; “Zülüf dökülmüş yüze aman! Kaşlar yakışmış göze...” İkisi de bakakalmışlar birbirlerine orada, kan kırmızı bir tarlada, uçsuz bucaksız bozkır susuzluğunda. Kurumuş toprak misali çatlamış dudaklarından sızan kelimeleriyle söz vermişler bir daha, bir daha buluşmaya;

“Kimseler görmeden yâr oy Gel...”Aşka düşmüşler, kim ne der diye sonunu düşünmeden buluşurlarmış “gizli gizli”Çünkü sevmek ayıp sayılırmış o memleketlerde, dünya kurulalı beri. Her ayrılış sonrasında “yerdeki karıncalardan” dahi kıskandığı Leyla’sının ardından seslenirmiş Garip;

“Havadaki turnalardan

Su içtiğini kurnalardan

Yâr seni senin gözünden

Sakınırım...” bunu duyup bir kez gülümsese Leyla’sı, dünya sizlerin olsun ben cenneti buldum yârin gülüşünde, deyip iç çekermiş âh ile. “Bir dam altında kavuşup yaşamak ne zaman yazılacaktı bize” deyip susar düşünürmüş onunla onsuz geçen gecelerde, gel gurban olduğum damamız demimiz olsun herdem “nemize yetmiyor el gadar hasır?” der bir cugara daha tellermiş sessizce, ağlarmış gözyaşlarının yarısı toprağa yarısı kendi içine akarak. Hasret dile vurup da koca bir düğüm atılınca kursağa, iniltiyle çıkarmış sesi derinden; “Sallama saçların yâr sen de bulursun Azrail misali yâr canım alırsın...”

Sabahı dar etmiş erkenden varmış kavuşacakları o mabet toprağa, zaman akmış, kuşlar dönmüş gelmemiş o gün Leyla, gelememiş. O geceyi geçirmiş geçirmesine amma duramamış oralarda düşmüş Leyla’sından bir haber almak için yollara. Laf arası ağzından kaçırdığı adrese ulaşıncaya kadar soluksuz gitmiş sırtında merakın yükü ve yol yorgunluğuyla... Varmış tahta kapısı önüne, bir of çekip tutmuş kapı tokmağından;

“Seher vakti çaldım yârin kapısını

Baktım yârin kapıları sürmeli...” “Acep nerededir, yoksa yanlış mı geldim ki kime sorsam Leyla’yı?” diye bakınırken etrafa, meraklı komşularından biri sarkmış penceresinden seslenmiş bu yabancı suretli adama;

-Kime geldin oğul, Leyla’lar evde yok.

-Nerde bacım, nere gitti teyzem, nerde Leyla?

-Kocası ve çocuklarıyla şehre gittiler, eve erzak, bebelere kıyafet almaya malum önümüz bayram ya. Akşama anca gelirler beklemeyesin kapılarda, hem de bakalım sen kimsin? Daha önce buralarda görmedim. Kim geldi diyeyim geldiklerinde? Uzak ellerde bir kardeşi var diyorlardı Leyla’nın yoksa sen o musun? Öyleyse gel bizde bekle akşamı.Adam duydukları karşısında susmuş, çaresiz susmuş. Ne yapsın ki susmaktan başka? Yine de susturamamış içini son bir kere daha göreyim uzaktan da olsa Leyla’nın yüzünü “Bayram olsun” demiş beklemiş bir kuytuda, onun evini gören bir köşe başında. Bu gerçek karşısında ne yapacağını bilmeden kendini içten içe yiye yiye yüzleşmekteymiş geçmek bilmeyen dakikaların sayısınca, duyduğu hakikat ile. Bir görse, Leyla’yı konuşsa, ah bir konuşabilse, sorabilse...

O zaman da onu daha fazla yaralamaz mıyım diye söylenmekteymiş. Son bir kere görme isteği dallanıp budaklanmış o bekleyiş anında, bilmezmiş bu taze yarayı kanırta kanırta derinleştirmekte olduğunu.

Kocasını tedirgin edip, Leyla’nın düzenini bozsa, ayrılsa ondan, yersiz-yurtsuz ortada kalacak, acep o zaman sahip çıkar mıyım o gecelerce kurduğum hayallere? Bunu düşünüyormuş bir yandan, sanki hiç aksamamışçasına yaşanabilir miydi o kavuşamamışlıklar? Peki ya Leyla’sı kötülenerek oradan ayrıldıktan sonra bir daha bu Garip adamın yüzüne dönüp bakar mıydı böyle biri olunca? Onu zorda koymak bana yakışmaz demiş bir cigarayı söndürüp diğerini yakarken. Hem mezardan anası çıksa gelse sütünü helal etmezmiş bir kadını, bir insanı, bir canı böyle bir darda koyuşuna. Üstelik çocukları da varmış komşu kadın demiş ya bayramlık almaya gittiler diye, el kadar sabilere bu yapılmazmış. Bilirmiş büyük bir zulüm, acı yaşamadıktan sonra her evlat kendi ana-babasını severdi. O ân aklında bir sürü soru ve kendince bulduğu cevaplarla kalakalmış adam bir duvarın dibinde ayakucunda söndürdüğü onca cigara içerisinde...

İçinden süzülense;

“Cahildim dünyanın rengine gandım

Hayale aldandım boşuna yandım

Seni ilelebet benimsin sandım...” diye söylenirken hava kararmak üzereymiş, o sırada şehirden gelen kırmızı bir minibüs yavaşça durmuş Leyla’nın mahallesinin başında...

Evet, o, evet evet oymuş inen. Kocası, çocukları ve Leyla... Gözyaşı donup kalmış kirpik ucunda adamın, soluğuysa tetikte beklercesine kıpırtısızmış.Allah Allah! Kocasıyla dediydi komşu kadın, sanki bu yanındaki Leyla’nın babası gibi, e başka inen de olmadı minibüsten? Leyla’nın yüzü gül idi, güller açardı her gülümseyişinde bu karaçalı da neyin nesi suretinde? Bu üzgünlük, bu korku, bu acı, bu hüzün de nereden geldi ki? O benim yanımda hiç böyle değildi. Neden girmek istemiyor ki eğer kocasıysa onun koluna?

-Baba çikolatalardan versene

-Yürü kızım evde yersin.(!) diye çocuklarıyla konuşmasını duyunca anlamış, anlayabildiği kadarıyla.

Nerden bilsindi 15’inde Leyla’yı bu zalıma kaç koyuna sattıklarını? Çok uğraşmışsa da Leyla, bir türlü geri döndürmemişti anası, baba ocağına. Çünkü sevmek ne kadar ayıpsa, daha beteri de ‘dul’ olmakmış o topraklarda. Baba evinin bacasından dulluk kokusu yayılır diye tüm mahalleye istemezmiş anası. Bunları nasıl anlatsındı Leyla o görür görmez vurulduğu adama? Aklından dahi geçmezken kendi bile şaşmış kalmış düştüğü bu aşk çıkmazına. Sanki bu his, bu güzel adam hepsi, her şey bir rüyaymış hiç uyanmak istemediği. Leyla’nın yüzünde o ân gördüğüyse;

“Hep sen mi ağladın, hep sen mi yandın Ben de gülemedim yalan dünyada Ömrümü boş yere çalan dünyada” olmuş. Daha önce niye böyle bakmıyordu ki demiş sessizce. Ve adam tutamamış kendini, görünmek istemiş. Leyla da yansın istemiş belki de, bilmemiş onun nârdan ibaret olduğunu. Onlar evin önüne gelip içeri girerlerken geçivermiş o ân da kapısı önünden, Leyla’nın içinden! Adam cebinden çıkardığı tezenesini bu kez bilerek bırakmış elinden o kapı önü, kara toprağa. En son Leyla içeri girmekteymiş ve göz göze geldikleri o ân, bir kez ‘hihh’ diyebilmiş şaşkınlık ve tedirginlikle... Sessizce uzanmış yere bırakılan tezeneye, almış daha önceki gibi fakat uzatmamış bu kez, bir ömür koklayıp, koynunda saklayacakmış.

Ama şimdi bu Garip adama,

“Ne söylesen boşa Leylam”

Evet, koklaya koklaya bir ömür saklayacakmış, andıkça yanacak, yandıkça anacakmış. Başlamadan biten bu hikâye burada böylece son bulacakmış. Ne adam gel diyebilecekmiş, ne de Leyla gidebilecekmiş onun yanına. O gözler bir daha hiç kimseye böylesine bakmayacakmış, o tezene koynunda bir muska gibi durdukça, yâr diye bağrına onu bastıkça...

Bazen konuşmadan da konuşulur. Bir bakışla, bir tezeneyle, bir türküyle, bir şiirle, bir âh ile ya da bir susuş ile ne çok şey anlatılıverilirdi can kulağıyla dinleyene. Elbette içimizde fırtınalar, çarpa çarpa kendi duvarlarımıza, karşılıklı yüzleşmeler yaşasak da geç kalınmışlığın acısıyla...

Hiç unutulur mu göğsümüzde pır pır eden bir kalbimizin var olduğunun hissedilişi? O kalp ömründe kaç kez böyle titrer ki? Kalan ömürde susmuşlar işte bizim Garip ve Leyla’sı. Adını andıkça titrer, gülüşünü düşledikçe erirlermiş uzaktan uzağa ikisi de o günden beri. Tabii ki yarım kalacaktı bu hikâye de çünkü onca kavuşulmayanın ahını almış tüm sevdalılar. Herkes kendi tüneğinde ağlayacaktı “hoyratlar görmeden gizli gizli.” Sesini çıkarmaya kalkışsaydı biri ‘edep’ diyecekti ‘elalem’den koca koca duvarlar! Yıkmaya güçleri yetmeyecek onları, üstelik altında kalıp ezileceklerdi. Kim bilir böylesine yaşamak ölmekten daha ağırdı. Yutkunup, uzaktan bakmak yazılmış başa...

O zülüfler bir kez akıldan çıkmayacak, “Usandım bu canımdan” diye kursağa acıyla düğümler atılacak; el âlem, had, sınır, kitap, kural hiçbir zaman yok sayılamayıp; “Kimseler görmeden gel...” denilemeyecek, bu sevda da sır kalıp onlarla, o bozkırlara gömülecekti, kadere yazılmamışsa varılmayacaktı bir kez yan yana aynı çatı altında.Ondandı bu topraklarda kapkara bağırlı gelinciklerin alev alev aşkla açışı! Ya ne sandınız siz, sevda yükü bu, aşkla açtığı. Bir bakın etrafınıza yarım kalan ne varsa, hepsi al ve kara... Bu hikâye de benden hatıra kalsın, “Ah yalan dünya da” kalanlara



(Not: Bu hikâye Neşet Ertaş’a olan saygı, sevgi ve özlemle ‘kendimce’ kaleme alınmıştır.)

YAZAR HAKKINDA
Suna Kızılırmak
Suna Kızılırmak
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN