Abone Ol

Siyah Güller Ak Güller-I

Siyah Güller Ak Güller-I

"bilmezdim neden bazı saatler

alaturka vakitlere ayarlı

neden karpuz sergilerinde lüküs yanar"

İsmet Özel

Köyün hocası bir seferinde evlerinin önüne oluk yaptırmaya da yardım etmişti. Çalışmanın bitimine yakın sızıntının olup olmadığının izlenmesi gerektiği, test için dikkatlice su doldurulduğu sırada eline geçirdiği maşrapayı ters bir şekilde durgun suya batırmış ve basınca dayanamayıp kabarcık şeklinde dışarı çıkan havayı kast ederek: ’’İki kardeş, su ve hava kavga ediyor; bizden kaçmak, bir yerlere sığınmak için tartışıyorlar. Havada dahi küçük bir sürtüşme var. İki eski dost; karbondioksit ve oksijen. Biri insanların canavarı ötekinden çaresizce kaçıyor; diğeri ise daha da güçlenir biçimde hâkimiyetini genişletiyor.’’ Bu sorunu, şematik bir tasvir ve tenkite dökmeye izin vermeyecek yoğunlukta, telakki ederek değil apar topar duygu ve güdülerle, yuvarlanıp giderek yaşayan şehirliler dururken; insanların oksijenle ve oksijenin karbondioksitle en çok anlaştığı bir yerde, başarıyla tamamlanmış oluk zaferinden cümleler kurma cüretini kendinde bulduktan sonra bu cümleleri kuruyor oluşu onu düşündürdü. Çözülmesi gereken sorun, damarda akan organik kan ile değil yürek atış ve sezişiyle hissedilmeliydi. Zihinsel süreçlerin yaşamın katı, sivri ve gerçek yanlarıyla barışamadığını ya da onları bazen görmek istemediğini o gün anlamıştı. Hayır, doğa kendi içinde böyle bir kavgayı kabul etmez; acaba insanlardan hoşlanmayan doğa şefkatiyle katlanıyor, bazen yapmacık davranmak zorunda kalıyor ve tezatlar, bundan mı oluyordu? İftar akşamından hatırlayacağı en mutlu kadının, köyün tek dulu olduğunu öğrenmesi; dolmuştayken köyün mutluluk kaynağı olduğuna kanaat getirdiği şen şakrak ihtiyarın ahali tarafından ‘diktatör’ diye nitelendirilmesi neyi anlatıyordu? Beşer, uçlarda yaşamayı seviyor ya da kendisinden, ritüellerinden ara sıra sıkılıyor; yoksa tezatlar, zoraki bir tiyatro olan hayatın ifadesi miydi? Yoksa her şey zıddıyla kaim, hayat zıtlıklar ile var ve tabiatın tınısı bu muydu?

Büyük iftardan bir önceki sahur gecesine kadar köy hikâyesinin ritmine, onu hissederek ayak uydurmuş, artık kendini buranın bir parçası olarak hissetmeye dahi başlayacak. Bundan iki gün önce büyük iftar için heyecanlanan küçük kız çocuğuna annesi yeni ve güzel bir şeyler giydirmek konusunda tereddüde düşmüştü. Ne gerek vardı ki mükemmel ama kirli bir ahenk içinde bir arada olan doğanın bir parçasıyken hepsi, şu büyük iftar gününe özenmeye. Sahi her Ramazan art arda yapılan basit bir yarın bizdesiniz’ ler ne zamandan beri büyük iftar olmuştu; şu hevesli genç adamın hatırına, belki. Ancak annenin kendisi de çok iyi bilir ki, büyük iftar diyerek kendini buna inanmaya zorladığı, onun büyüsüne kapılmak istediği zamanlar yok değildi. Annelerden bir anne olan ve her sahur sabahı dört çocuğuna hasretini, uyandınız mı yavrum, evet sofradayız anne -köyde imsak daha geçti- ile başlayan hatta küçük torunlardan biri çıkarsa küçük bir şakalaşma ritüeliyle de gideren babaannesine imreniyordu. Lakin bu imreniş büyük iftarın hayalinin şafağında, yaşadıklarını mutluluk hasretinden gardı inik şekilde seyrederkenki zayıflıktan değil; anları müşahede etmek yerine hissetmek arzusundan geliyordu. Büyük iftarın ertesi günü ayrılacağı köye anlayarak bakarsa onu romantik bir özlemle anamayacağını biliyordu. En azından köy sahurlarını açık ve keskin bir zekâyla telakki etmek istemiyordu. Bu düşüncelerle sahuru uyanarak karşılamanın mümkün olamayacağı ortada; bunlardan habersiz bir dinginlik içinde sahura uyanan ve kavrayışa yer bırakmayacak şekilde onu içselleştirerek yaşayan bu iki ihtiyara işte tam da bu yüzden imreniyordu. Sabah uyandığında alışkanlıklar gereği hemen atıldığı telefonundan başını kaldırabilmesi sadece internetin yavaşlığından değildi. Camdan gelen parıltıyla fark ettiği yeşil ve mis kokulu bir sessizlik, internettekinden farklı bir yavaşlık vardı köyde. İnternetteki yavaşlık onu bir refleks olarak fotoğraf çekmeye de yöneltebilirdi. Lakin bu bazen rüzgâr, yağmur ve engebe içindeki sakinlik karşısında ona şahit değil seyirci belki de arkadaş olmak istiyordu. ‘’Saat de on ikiye geliyor.’’ demişti dedesi. O dalgınlıkla saate miskin bir bakış attığında on ikiye kırk dakika kaldığını gördü. Gençlerin şikâyet ettiği, yakalayamadığı zamanı bu ihtiyarlar kovalıyor, geçmesi için onunla iddialaşıyordu. Evdeki işlerin azlığı, yapılacak her işin vaktinin önceden belirlenmesine ve aradaki boş vakitler ile kendine güvenir biçimde raks etmelerine sebep oluyordu. Saat on ikide, kasabada gördüğü kediyle ilgili çıkarımı hala aklındayken köyün harmanına doğru yöneldiğinde çağırmasına rağmen kendisine yanaşmayan iki kedinin, kendi aralarındaki miyavlamalarından sadece bazılarına kulak diktiklerini gördü; arada anlaşamadıkları oluyordu. Havanın bulutlu olmasına rağmen, bizlerden hoşnut gözükmeyen gökyüzüne, göklere zorlanmaksızın, gözlerini kısmadan bir suçu yokmuşçasına bakamayışından metafizik sonuçlar çıkarmak belki şimdilik kedilere kırgınlıktan kaynaklanan bir evhamdı. Son günün cilveli pişmanlık avcısına yakalanmış bir şekilde, harmanın öbür ucundan yükselen ve tüm haşmetiyle vakur dağa henüz hiç girmediğini fark etti. Kimin daha kendinde ve yalnız olduğunu mu göstermeye çalışmıştı, yoksa kimin daha büyük olduğunu? Bu mükemmel toprak parçasının ihtişam ve nizamıyla kendisine olan üstünlüğünü kabul ettikten sonra onun nadir yalnızlardan olduğunu fark etti; ancak kendisi dağ kadar yalnız olmasa da ondan daha umutluydu, belki buna mecburdu. Tuzağa yakalananlara has güzeli daha güzel; kötüyü ise daha kötü görme seremonisi başlamıştı.

ÖNCEKİ YAZI MAHİR, FERHAT OLAMADI
YAZAR HAKKINDA
Halil İbrahim Göksu
Halil İbrahim Göksu
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN