Abone Ol

Neden Bir Avrupa Tarihi Yazamıyoruz?

Neden Bir Avrupa Tarihi Yazamıyoruz?

Ta’likat-ı Müntehab-ı Acîbe Ala Vehim-i Tarihi’l Asriyye

Avrupa tarihine ilişkin bir Türkçe külliyatın ortaya çıkmamasının nedenleri neler olabilir? Neden Avrupa’ya dair merakı giderecek bir araştırma hamlesine girilememiş görünüyor? Pekiyi, kendi bakış açımız üzerine bina edeceğimiz bir Avrupa tarihi yazabilir miyiz? Elbette Avrupa hakkındaki kabullerin elden geçirilmesi ve bilgilerin derlenerek bir muhasebesinin yapılması, böylece benzerî sorulara tatmin edici cevapların bulunması gerekiyor. Bu türlü sorulara cevap olması ve tartışmaya katkı niyetiyle burada sıradan ve bilindik bazı iddialar ihtisar edilecek ve tartışılacaktır.

Türkler ile Avrupalıların ilişkilerini Peçenekler, Kumanlar, Macarlar, Bulgarlar, Hazarlar ve diğer boylara kadar götürmek icap eder. Belki de Hunların Avrupa’nın içlerine doğru ilerleyip Avrupalı olmaları yahut Hazarların çöküşleriyle Avrupa’nın doğu ve batısında kendilerine yurt bulmaları, Türklerin Avrupa ile yakından ilişkili olduklarının en bariz ilk örneklerini ortaya koyar. Bu, en azından bugün Avrupa olarak adlandırdığımız coğrafya ile vücuda gelen öncül temaslardır. Sonrasındaysa temasların Selçuklular ve elbette Osmanlılar zamanında çoğalarak arttığına şahit olunmaktadır. Savaşlardan insanî ilişkilere kadar genişletilebilecek muharebe ve muhabere zümresine pek çok şey dâhil edilebilir. Buna karşın ilişkilerin muhasebesi yapıldığında Avrupa’nın hesabına daha çok kazancın elde edildiği görülecektir. Öyle ki Avrupalıların merakları yanında Doğu'nun Avrupa’yı öğrenmek konusunda pek de hevesli olmadığı anlaşılmaktadır. Yukarıda da kısaca değinildiği üzere en azından Türklerin Avrupalı milletlerle bu denli eskiye götürülebilecek ilişkileri olmasına karşın Avrupa’yı merak etmemeleri ya da etmiyor olmaları gerçekten de enteresan bir sonucu doğurmaktadır. Bununla beraber herhalde bunun makul sebepleri bulunmalıdır.

Doğu, hikmeti temsil ettiğinden midir yoksa baharat ve şaşaanın vatanı olarak görüldüğünden midir bilinmez, Batı’nın her daim ilgisine mazhar olmuştur. Klasik devirlerden beri Türklerin evsafına dair Turcicalar tedavülde kalmış, alınıp satılır olmuşlardır. Başkentlere ve ilim merkezlerine yapılan seyahatlerle çok değerli gezi edebiyatı teşekkül etmiş buralardan alınan yazmalarla harikulade kütüphaneler tesis edilmiştir. Böylece merakın muharrik kuvveti olan klasik metinlerin başka türlü okunmalarının da yolu açılmıştır. Ancak Batı’da meydana gelen bu merak duygusunun bir benzerinin, neden ve niçin Osmanlı topraklarında meydana gelmediği sorusu önemlidir. Zira benzer başka bir durum Portekizlilerin yerine Azteklerin Avrupa’yı keşfedememiş olmalarında da görülebilir. 

Doğu'nun Avrupa’ya olan ilgisinin tavsamış olması, tahmin edileceğinin aksine çok eski dönemlere götürülerek sabitlenemez. Zamanımızın anlayışı ile söylenecek olursa Osmanlılar gerçekten de pratik ve rasyonel düşünceye sahip insanlardı. Kimi zaman hasımları kimi zaman da müttefikleri olan Avrupalıları çok yakından ve ilgi ile takip ediyorlardı. Nispeten 17. yüzyıl gibi geç bir tarihte daimi sefarethaneleri kurmaya başlasalar da öteden beri Avrupa’dan Deraliyye’ye yoğun bir bilgi akışı mevcuttu. Öyle ki istihbari bilgilerin yanında insanların yaşayışlarına ve tarihlerine ilişkin notların da Osmanlı başkentine gönderildiği bilinmektedir. Böyle olunca bir mücmel algıdan bahsedilebilir.

Ancak modern Doğu Kütüphanesi içinde Avrupa tarihine ve onun tarihle ilgili olsun olmasın diğer yapıp etmelerine dair bir külliyatın oluşmamış olmasının belki de en büyük nedeni 20. yüzyılın başlarından itibaren etkili ve zihni, derinlikli bir algı mekanizmasının yeniden kurulamamış olmasında aranmalıdır. Zamanın ruhunun gereğini yerine getiren Osmanlılar maddi ve manevi değişimlerini gerçekleştirirlerken zihni düşünce kodlarını da az ya da çok örselemeden peşleri sıra taşımışlardı. Misal olarak bu iddiayı destekleyebilecek en güzel kanıtlardan birini vilayet salnameleri muhafaza etmektedir. Salnamelerden de anlaşılacağı üzere Osmanlılar geçmişten hiç de uzak değillerdir ve tarihi herhalde insanlığın ortak değeri olarak görmektedirler. Çünkü, iki ayrı başlıkta kronolojik olarak sıraladıkları olayların ilkinde başlangıç tarihi Hz.Adem’in doğuşu olarak tespit edilmiştir. Hz.Adem’in doğuşunu mukaddes kitapların aşağı yukarı betimledikleri silsile takip eder. Bu takip ediş aslında mütevazılıktan uzak, belirgin tarihler verilerek bir düzleme oturtulur. Tarihte açıkça bilinen olayların tarihleri verilerek anlamlı bir lineer çizgi oluşturulur. Kurulan hanedanlıklar ile yıkılan devletleri de tarihleriyle titizlikle not etmekten kaçınmazlar. Bu bölümü ikinci bir kronoloji takip eder. Bu listede ise Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan yaşanılan döneme kadar geçen hadiseler ve temel noktalar sıralanır. Böylelikle dünya ölçeğinden devlet ölçeğine inilir. Devlet ölçeğinden bir sonrasındaysa vilayet alanına inilerek yerelin tarihi inkıtaa uğratılmaksızın göz önüne serilir.

Birbirini takip eden bu tarih silsilesi kevnî bir mecburiyetin neticesi olarak işlenmiş olmalıdır. Osmanlıların sonraki dönemlerinde resmi tarih yazıcılığı ortaya çıkmış olsa da bahsi edilen bütünlükten tuhaf bir biçimde hiçbir zaman vazgeçilmemiştir. Ama Osmanlıların Batılı tarzda asrileşmeye başlamaları dünyaya ilişkin bakışlarında da bir değişikliğe yol açmışa benzemektedir. Tarihin başlangıcından, yaşanılan ana kadar dini metinlerin çizdiği ve ontolojik rengin hâkim olduğu geçmiş algısı yerini felsefi zorunluluğun bariz etkisi ile metafiziğin dışına bırakmaya başlamıştır. Bu ise 19. yüzyılın siyasi ve politik tarih yazımı ile harmanlanmıştır. Ekonomik gücün belirgin olduğu bu anlayışta tarihin objesi materyal ile birlikte üretim mekanizmalarını elinde tutanlar olmuştur. Bu yüzden devrimci bir algı ile Londra sokaklarını ezip geçen Ludditeler Anadolu'da çok sonraları fark edilebilmişlerdir. Belki de bu açmazın bir sonucu olarak Batı’da tarih okulları çeşitlenerek tarih yazımının yeniden ele alınması ora kültür havzası için bir mecburiyet haline gelmiştir. Ancak, her ne olursa olsun Batı’nın en büyük becerisi Avrupa-merkezli bir tarih anlayışını tahkim etmesi olmuştur. Coğrafya ile tarihin baş başa gittiği bu görsel hafıza operasyonunda tarih Avrupa ile başlatılmıştır. 15. yüzyıldan itibaren hümanist dünya görüşünün kutsal kitap tefsirlerini etkisi altına aldığı gibi tarihi de egemenlik alanına dahil ettiği görülmektedir. Avrupa için ahlakın, hukukun ve erdemin kaynağı olan eski Yunan ve sonrasında Roma, tarihin başlangıcıdır. Tarihin sonunu ise Fukuyama, Birleşik Devletler ile muştulayacaktır.

Doğudakilerden Avrupa’ya bunun dışından bakmasını beklemek, neredeyse, hegemonik kültürel yapıda bir mesih beklemekle eş olacağından şimdilik beyhude çabadan başka bir şey olmayacaktır. Hızla artan Avrupai düşünce biçiminin ve sorun çözme yöntemlerinin olguları anlamada kullanılan Avrupai parametrelerle de tahkim edilmesi ve ne yapılırsa yapılsın aynı sonuçların elde edilmesi, şaşırtmamalıdır. Batı’nın, fizik alanında bulduğunu düşündüğü kanunların bir benzerini sosyal bilimlerde, özellikle de tarihte bulmayı kafasına koymuş olması, ölçülemez olan ruhun tartılabilecek meta derekesine indirgenmesine yol açmıştır. Sonuç olarak bu türlü girişimler 20. yüzyılda matematiğin derinlikli kullanımına maruz kalması yüzünden tarihi olayların insani olmaktan çıkartılarak mod ve medyan seviyesinde ele alınmasına neden olmuştur. Bu ise hakikatin garantisi anlamına gelmiştir.

Doğuluların kendilerini daha iyi ifade edebilecekleri telif ürünü bir ansiklopedi veya dünya tarihlerinin olmaması mantıklı bir biçimde açıklanamaz. Ama bunun kimi sebepleri, tarihi, oryantalist anlama biçimlerinde veya Avrupa merkezci yaklaşım türlerinin çerçevesinde aranabilir. Bilhassa ampirik ve beraberinde pozitivist metotların en doğruyu gösterdiği fikri Doğu’daki tefessüh ve indiras düşüncesini körükleyerek iyice yerleştirmiştir. Çünkü Batı’nın bu yaklaşımıyla başta kültürde, doğal olarak da onunla şekillenmiş her şeyde ve tarihte bir özgünlük sorunu ortaya çıkmıştır. Böyle olunca özgün bir tarihin var olması da imkan dâhilinde görülememiştir. Bu neviden zihnin, kendini hapsetmesi yahut müzakere etmeden kabul edişi kıyasa götürecek ansiklopedik bir hesaplaşmadan tarihin soyut değil de somut olarak değerlendirilmesine olanak sağlamıştır. Sonuçta Batı’nın anlama ve adlandırma yöntemlerinin hazırlop bir biçimde alınarak kabullenilişi doğal bir süreç olarak kanıksanmıştır.

Kanıksanılan diğer önemli iki husus ise tarihin yapay devirlere bölünerek anlaşılmaya çalışılması ve inkişaf yani pozitivist evrimci bir gelişim nazariyesinin kabul görmesi olmuştur. Aslında bu türlü devirler manzumesi pek çokları için yeni moda bir yaklaşım vitrinine dönmüşse de dönemlerin baskın kuvvetleri hep “özgün fikir ve kişilerden” neşet etmiştir. Bu meydan okuyuşa kendi fikri ekimini yapamayan Doğu doğru dürüst cevap bile verememiştir. Üniversitelerdeki tarih münakaşaları Avrupalı tarihçilerin tespit ettikleri noktalarda ve enstrümanlarla yapılabilmektedir. Bizzat “historiography” olarak adlandırılan kurallar manzumesi ancak bu şekilde anlaşılabilmektedir. Böyle olunca da bugün her kademeden okulların tarih derslerinin müfredatında bu yaklaşım tek doğru olarak kendine rahatca yer bulabilmektedir.

Tarihe ilişkin kaygıların bu derece olmasına bakıp garipsememek gerekir. Zira bilhassa teoloji ve ilahiyat çalışmalarının ve bu çalışmalarla yakından ilgili olarak kelam ve tefsir alanlarının bile Batılı bilimsel metotlarla araştırılıyor olmasının yanında tarih usulündeki bu değişiklikler ancak teferruattan görülebilir. Bu yüzden ne yapılacağına dair önce durulmalı, uzunca bir süre soluklanılmalı, sonra da karar vermek için düşünmeye başlanılmalıdır. Muhtemelen Doğu'da, Batılıların Aydınlanma Felsefesi ile Bilim Devrimi dedikleri hususlar tam anlaşılamadıkça galiba pek bir şey de anlaşılamayacaktır.

YAZAR HAKKINDA
Murat Çelik
Murat Çelik
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN