Abone Ol

Molla Kasım'ın Martıları

Molla Kasım'ın Martıları
 

"Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme

Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir"

 

1970 dünyasında basılan Martı Jonathan Livingston, özlü edebiyat kitaplarının taşıdığı “yol, yolcu, yolculuk” ve nihayetinde “kendini tanıma” eksenli bir sancı öyküsü. Basit olanın zorluğu kabilinden olabildiğince sade dilin arkasına saklanan varoluşsal bunalım, bir martı serüveniyle sunuluyor.  Esasında dört bölümden oluşan kitabın şimdiye kadar ilk üç bölümle basılmışken dördüncü bölümün ancak yeni basımlarda yer alması, kitabın yazarı Richard Bach’ın “Otorite ve merasimlerle çevrili yirmi birinci yüzyılında, özgürlük boğulmak isteniyor. Görmüyor musun? Dünyanız güvenli hale getirilmek isteniyor, özgür değil.”1 yakınmasıyla doğrudan ilgili. Boğulan özgürlük, boğulan irade ve boğulan insan.

     Aslına bakarsanız kitabın ilk üç bölümden sonra final yapması her ne kadar umut verici bir sonu taşısa da dördüncü bölümün muhtevası hakikate uygunluğun dozunu bir derece daha artırmış görünüyor. Zira hangi inanç, değer, veya felsefe olursa olsun; onun kurumsallaşmasının, fanatikleşmesinin ya da “dış” kısmının daha fazla önemsenmesinin yol açtığı  öz boşaltım ve çürüme, sorun olarak görülmüş ve her dönem edebiyat sahasında bu mevzu eleştirilen bir mesele olarak yer almıştır. Bu minvalde protest bir tavırla zahir (kitap) eksenli ilmin savunucusu ulemayı eleştiren Yunus Emre şiiri ve Martı Jonathan Livingston arasında bir bağ kurmak mümkün. Yunus’un Molla Kasım’ı ile “Martı Jonathan”ın sözde fikir mirasçısı martıları, aralarındaki yedi asırlık farka rağmen benzer karakterdedirler. Yalnızca bununla da sınırlı olmayıp öyküde dördüncü bölümden geriye doğru gidildiğinde Yunus Emre şiirini hatırlatıcı unsurlar katlanarak artmaktadır. Biz burada tespit edebildiklerimizin birkaçından hareketle metnimizi oluşturacağız.

     Yalnız öncesinde üzerinde durmamız gereken küçük bir uyarıyı, Hilmi Yavuz’un “Yunus Emre ve Shakespeare” karşılaştırması yaptığı bir yazısından alıntılamakta fayda var. Yavuz, metin ‘şerhi’ ve ‘yorum’u arasındaki farkı ‘sünger’ metaforuyla açıklar. “Yorum, metnin çağdaş meseleleri emen okumasıdır; -yorum metnin emdiği meselelere ilişkindir, metnin kendisine değil! Bir başka deyişle, ikincil ve ferî bir okuma! Şerh ise, bizzat süngerin kendisine ilişkindir; -yani, birincil ve aslî okuma!”2 Dolayısıyla Martı Jonathan Livingston  öyküsünde Yunus Emre’yi hatırlatıcı bulduğumuz noktalar, Yunus şiirinin yerellikten (özellikle tasavvuf bağlamında) çıkan ve evrenselliği de kapsayarak emdiği meselelerdir, yoksa “şerh”e teşebbüs olduğu sanılmasın.

     Bir deniz kıyısında geçen öykü, amacı sadece yiyip içerek hayatta kalmak olan bir martı sürüsünün içinde yaşayan Martı Jonathan’ın herkesten ayrı bir yerde farklı tekniklerle uçuş denemeleri yapmasıyla başlar. Her defasında annesi tarafından “Diğerleri gibi olmak bu kadar zor mu?” (s. 17) sorusuyla doğasının sınırlarında zapt edilmeye çalışılan Martı Jon, hayat gayesini “öğrenmek” olarak belirlemiştir çoktan. “Balıkçı teknelerinin etrafında o rutin, sıkıcı dönüp dolaşmadan başka nedenler de var yaşamak için. Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekamızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz.” (s. 31) Kendisine devamlı hatırlatılan sınırlı benlik algısını yıkarak hakikatte ne olduğunu öğrenmek peşinde olan Martı’nın bu sözleri, Yunus’un şiirinde şöyle ifade edilir:

“Miskin âdem oğlanı nefse zebun olmuştur

Hayvan canavar gibi otlamağa kalmıştır”3

     Peki hakikatte “sınır”lardan arınmış insan doğasını öğrenmek ve Martı’nın söylediği gerçek kendiliği bulmak için Yunus Emre’nin önerisi nedir?

“İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır” (s. 129)

     Kendilik bilgisini mesele olarak ‘emen’ bu beyit, sarih bir tasavvufi içeriğe sahip olduğundan bağlamsal olarak bize insanın hakikatte taşıdığı özsel değeri göstermektedir. Mutasavvıfların Allah-insan-alem ilişkisini oturttukları varlık anlayışına göre, Cenab-ı Hakk gizli bir hazineyken bilinmeyi murat ediyor ve bunun için de tüm mahlukatı yaratıyor. Her şeyden evvel ilk Nur-i Muhammediye’yi yaratan Allah Teala, bu cevherden sırasıyla arş-ı âlâdan esfel-i safiline kadar bütün alemi meydana getiriyor. Dolayısıyla “... insanın da bulunduğu mahlukat alemi, başlangıçta vücud-ı mutlak’ın içinde ayrılmaz bir unsur halinde var ...”4 olduğundan, bir sufi olan Yunus için de ‘kendini bilmek’ insanın özündeki ilahi nuru idrak etmesiyle mümkündür. Zira “Nefsini bilen Rabbini bilir” mealindeki hadis-i şerif işaretince söylenilen bu beyit, kendilik bilincinin bizzat insanın özünde bulunan ilahi cevhere isnatla kazanılabileceği gerçeğidir. Aksi halde bir önceki beyitte işaret olunduğu üzere “kendi”ni fark etmeyen kişi, insan suretinde olsa bile insan mertebesine ulaşamayacak yani martı sürüsündeki sıradan martılardan biri olarak kalacaktır.

     Martı doğasına “aykırı” davranışlarda bulunduğu gerekçesiyle sürüden dışlanan Martı Jonathan, kitabın ikinci bölümünde daha önce hiç görmediği pırıl pırıl iki martı aracılığıyla “cennet” olarak tabir ettiği gökyüzünde başka bir boyuta geçer. Burada da aynı dünyadaki gibi yeni uçuş teknikleri denemeye ve öğrenmeye devam eder ama bir farkla; buradaki martılar kendisi gibi düşünmekte ve yaşamaktadırlar. Fakat cennetin, aslında bir nihai nokta ya da son durak değil, bizzat kendini öğrenme sürecinin güzelliğinde ve tüm ölçü-rakamları aşkın bir noktada yaşamak olduğunu keşfeder. Tıpkı Yunus’un:

“Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni”

beyitinde işaret ettiği mükemmellikle, daha doğrusu mükemmel olan Allah (cc) ile birlik olma arzusu gibi.

     “Doğuştan bir öğretmen” olan Martı Jonathan, üstadı Chiang’ın katkılarıyla keşfettiği gerçek benlik bilincini, dünyaya geri dönüp oradaki diğer martılara da öğretmek ister.  Bu konuda üstadının son tembihi “sevgiyi sakın ihmal etme” cümlesi olur.  Ve Martı Jonathan’ın “sevgisini gösterme yolu, yalnızca gerçekleri görmek için fırsat kollayan bir martıya doğruları öğretebilmekti[r]”. (s. 75) Bu düşünceyle dünyaya geri dönen Martı’nın, kendisinin gençlik döneminde olduğu gibi kayalıklarda tek başına farklı uçuş denemeleri yapan Martı Flechter ile tanışması uzun sürmez ve ona UÇMAYI öğretir.

     Düşünce ve beden zincirlerini kırarak hakiki benliklerini bulmak isteyen ve martı kafilesince dışlanan kuşlardan bir ikisi yavaş yavaş Martı Jonathan’ın önderliğinde uçuş talimleri yapadursun, bu ufak topluluğa karşı diğer taraftan sert önlemler alınarak boykot uygulanmaya başlanır. Hatta fitne sokan bir şeytan olmakla suçlanan Martı Jonathan, iftiraları merhametle karşılayarak öğretim faaliyetine devam eder. Genç Martı Flechter’ın bu duruma şaşırarak  “seni öldürmeye kalkışan bir kuş sürüsünü hala nasıl sevebildiğini hiç anlamıyorum” diye itiraz etmesine karşılık Martı Jonathan, “Gerçek martıları, onların her birinin içindeki güzellikleri görmeye çalışmalı, bunu onların da görmesine yardımcı olmalısın” cümlesiyle sevgisini temellendirildiği noktayı açıklamaktadır. Tam da bu söylem, “muhabbet, aşk” meşrebinden olan Yunus’un:

“Ey aşıklar ey aşıklar mezheb ü din aşkdır bana

Gördü gözüm dost yüzünü yas kamu düğündür bana” (40)

mısralarıyla örtüşür. Elbette Yunus’un aşk merkezli bakışını seküler bir okuma ile anlamaya çalışmak aşırı bir yoruma girer. Yunus Emre için, yaratan ve yaratılanı birleştiren güç aşk’tır. Kamil insanda kendini temaşa edebilmek için alemi yaratan Allah Teala’nın bilinme isteğine muhabbet duyması, mutasavvıflar için aşk’ı merkezi bir konuma getirmiştir. Dolayısıyla kainata bakış muhabbetullah ile şekillenir ve kamil insan, her varlıkta Cenab-ı Hakk’ın ilahi özü olduğunu bildiğinden aşk nazarı ile bakar; aynı en zahirdeki benlikten en batındaki benliğe dek Martı’nın gerçek kimliğini gördüğü martılara bakış şekli gibi.

     Kitabın son bölümünde artık öğretici makamını bizzat yetiştirdiği Martı Fletcher’a bırakan Martı Jonathan, dünyadan ayrılır. Başta Flechter olmak üzere, özgürlüğe uçmak, hakiki benlik, sınırların aşkınlığı gibi öğretileri yaymakla kendilerini mükellef gören bu öğrenciler, varoluşsal açıdan martıların aralarında hiçbir fark bulunmadığını, yapılması gerekenin sadece benlikle alakalı sorgulamalar olduğunu anlatmaya devam ederler. Fakat her zaman için düşünüp “anlamak”tan daha kolay bir yol vardır; fanatikleşmek. Martı Jonathan’nın öğretisine artık yabancı kalmayan “sıradan” martılar, git gide kutsallaştırdıkları Martı öğretilerini kurumsallaşma perdesi altında boşaltırlar. Artık Martı Jonathan mor gözlerle heykelleştirilen bir kutsal varlık ve o hayattayken onunla birlikte olan öğrencilerine yaklaşmak bir statü göstergesi haline gelmiştir. Bununla beraber sağduyusunu kaybetmemiş azınlık bir martı grubu, Resmi Martı Söylemi’ni reddedip kendileriyle olan hesaplaşmalarını sürdürerek öğretinin hakikatine ulaşmaya gayret ederler fakat bu kez de Martı Jonathan’ın takipçisi olduğunu ileri süren sözde takipçiler tarafından dışlanarak.

     Resmi söylemin fanatikliğe dönüşmesi mevzusuna gelene dek, martı öyküsünde şahit olduğumuz iki aşamalı zorluk, ikincisinin birincisine nispetle daha çetrefilli olduğunu göstermektedir. İlkinde hakiki özünü arayan-aramayan olarak keskin bir hat çizili iken ve taraflar belli iken, ikinci zorlukta öğretiyi sahiplendiğini söyleyenlerin devamlı icat edilen “tuhaf adet”lere gömülerek özü kaçırmaları ve öğretiyi aslından yaşamaya çalışanlara koydukları sınırlardır.

     Bu minvalde Yunus şiirinde eleştirel olarak yer alan iki toplumsal sınıftan bahsetmek mümkün. Birincisi; martılarınki gibi henüz “kendilik” bilincinin farkında olmayan, bâtınındaki ben’e duyarsız kalan zahir ilim savunucusu, kitapla sınırlı ulemadır. Geleneksel şiirimizde zıt kutuplarda anılan zahid-sufi karakterleri zahir-batın ikilisinin ete kemiğe bürünmüş hali gibidir. Zahid, Allah’ı kitaplar aracılığıyla öğrenilebileceğini savunan aklın ve zahir ilimlerin temsilcisi olarak sufiyi eleştirir; sufi de tasavvufi metodolojiyle Hakk’a ancak ulaşılabileceğini söyleyerek molla, hace, vaiz gibi sıfatlarla andığı zahid karakterini eleştirir.

"Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme

Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir"

mısralarında Yunus’un bahsettiği Molla Kasım, bu zahid tiplemesinin bir temsilcisidir ve kendisi batın ilminden habersiz olduğu için sözlerinden ötürü Yunus’u yargılayabilir (ki ilk dönem mutasavvıflarından pek çoğunun dönemin uleması tarafından şeriate aykırılık nedeniyle “küfür” ile suçlandığını  biliyoruz).

     13. yüzyıl insanı olan Yunus Emre’nin zamanı, artık tasavvufun kurumsallaşmaya başladığı ve “kaba sofu” tabirinin yavaş yavaş literatüre girdiği bir dönemdir. Bu noktada Yunus’un eleştiri oklarına hedef olan diğer toplumsal sınıfın, tasavvufi öğretilerin kabuğunda ve fantazi kısmında kalmış ham sofular olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz:

“Dervişlik dedikleri hırka ile tac değil

Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtac değil” (s. 193)

mısralarından anladığımız kadarıyla hırkanın bir nevi dervişlik alameti haline gelmesi dahi Yunus’u rahatsız etmiş, hakiki sufinin nişansız olarak ve herhangi bir mensubiyet ya da ayrıcalık belirtmeden öz’e (gönüle) yapılan ilim yolculuğunun talibi olduğunu vurgulamıştır.

     Yunus Emre’nin ham sofulara karşı geliştirdiği bir diğer tepki de dil üzerinden olmuştur. Özellikle, kurulan tasavvuf elitizmine karşı “bilişmek, Çalap” gibi Türkçe kelimeleri sıklıkla kullanarak tasavvufi terminolojiyi halk diline yaklaştırması, kendisi ve ham sofular arasına koyduğu mesafeyi artırmıştır; sağduyulu martıların resmi martı öğretisi temsilcilerinin söylediği “uçuş, yüce martı, Jonathan” gibi tabirleri duydukları an zihinlerini kapatmaları gibi.

“Çalab aşkı candaydı bu bilişlik andaydı

Âdem Havva kandaydı biz onunla yâr iken” (s. 270)

     Son söz yerine diyebileceğimiz birkaç cümle Martı Jonathan öyküsünün ve asırlardır söylenegelen Yunus şiirinin dikkat çektiği üzere olacaktır. İçine doğduğumuz dünyanın sıradanlaştırıcı ve oyalayıcı tesirine kapılmadan hakikatte kim olduğumuzu öğrenmeyi istemek ve öğrenme metodolojisini seçerken fanatikliğe düşmeden kişi/ler çerçevesinden ziyade fikir merkezli hareketle öz’e ulaşmak için belki de kuşların (martıların) dilini takip ederek kanat açmamız icap ediyordur:

“Benim dilim kuş dilidir benim ilim dost ilidir

Ben bülbülem dost gülümdür bilin gülüm solmaz benim” (s. 247)

    

      Dipnotlar

  1. Richard Bach, Martı Jonathan Livingston, İstanbul, Epsilon Yayınevi, 2017, s. 147. Bu yazıda Martı Jonathan Livingston kitabından yapılacak alıntılar, metinde parantez içinde sayfa numarası verilerek gösterilecektir.
  2. Hilmi Yavuz, Edebiyat Okumaları, İstanbul, Timaş Yayınları, 2015, s. 210.
  3. Selim Yağmur, Yunus Emre Divanı, İstanbul, Dergah Yayınları, 2016, s. 124. Bu yazıda Yunus Emre Divanı kitabından yapılacak alıntılar, metinde parantez içinde sayfa numarası verilerek gösterilecektir.
  4. Muhammet Nur Doğan, Aynaya Yolculuk, İstanbul, Yelkenli Yayınevi, 2016, s. 119.

 

Not: Fotoğraflar, Russell Munson’a ait olup Martı Jonathan Livingston kitabının içerisinde kullanılmıştır.

YAZAR HAKKINDA
Hicret Osta
Hicret Osta
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN