Abone Ol

Hicret Kıyamete Kadar Bakidir

Hicret Kıyamete Kadar Bakidir
                                                                                                   Dr. Mehmet SÜRMELİ

Peygamber Efendimiz, yetiştirmiş olduğu seçkin sahabesiyle zamanındaki zalimlere karşı kâmil bir mücadele yürütmüştür. Bu mücadele sürecinde takip ettiği yol ve prensipler bizim için sünnettir. Bağlayıcıdır. Çalışma şeklimizin meşruiyet ölçüsüdür. Hz. Peygamber’in takip ettiği çalışma biçimini ve cihad fıkhını Kur’an’dan referanslarına atıflar yaparak şöyle maddeleştirebiliriz:

1-Tevhidi bir harekettir.[1]

2-İlkelidir.[2]

3-Gayretlidir.[3]

4-Ahlaklıdır.[4]

5-Kuşatıcıdır.[5]

6-Daimi ve süreklidir.[6]

7-Fıkıhlıdır.[7]

8-İstişarelidir.[8]

9-Liyakatlıdır.[9]

10-Cesaretlidir.[10]

11-Sabırlıdır.[11]

12-Cihadcıdır.[12]

13-Salih amellidir.[13]

14-Paylaşımcıdır.[14]

15-Çözümcüldür.[15]

16-Vahiy eksenlidir.[16]

17-Ahlaklıdır.[17]

18-iktidar hedeflidir.[18]

Yukarıda saymış olduğumuz nitelikler nebevi hareketin temel prensipleridir. Bu nitelikler aynı zamanda bir harekete İslâmi olma özelliğini kazandıran vasıflardır. İslâmi olma iddiasındaki tüm çalışmalar Kur’an ve sünnetten metodik anlamda beslenmek suretiyle kendilerine meşruiyet zemini bulmak zorundadırlar. Aksi hâlde Müslümanlar çalışmalarını hedefsiz ve örneksiz olarak hevalarına göre yaparlar ki varacakları yer ya islamizasyon politikalarıdır veya dünya sistemine dinden yol açarak geçerlilik alanları bulmaktır. Hâlbuki yukarda saymış olduğumuz prensipler tarihte uygulanmış ve bugün de uygulanabilir kurallardır.

Vahyin belirlediği rotada Peygamber Efendimiz, Mekke döneminde kesintisiz ve fıkıhlı bir çalışma yapmıştır. Peygamber kıssalarının rehberliğinde zamanı iyi kullanıp anını bile heba etmemiştir. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Kendisini helak edercesine”[19] tempolu ve nitelikli bir çalışma ortaya koymuştur. Çokça değindiğimiz gibi, Mekke’de uğramadığı ev, konuşmadığı kimse, ziyaret etmediği panayır, tebliğe gitmediği köy ve kasaba, karşılamadığı misafir, İslâm’a davet için çağırmadığı akrabası kalmamıştır. Tüm bunlara rağmen Mekke’de kitlesel bir dönüşüm ve cahiliyeden çıkış yaşanmamıştır. Dinin tek mekânla mukayyet olmadığını bilen Peygamber Efendimiz, İslâm için yeni yurt arayışlarında bulunmuştur. Önce Habeşistan, sonra da Taif’le ilgili arayışları Müslümanların ayaklarını sağlamca basıp emniyetlerini sağladıktan sonra da cihada devam edecekleri bir dar’ü-l İslâm’ı inşa edebilmek içindir. Habeşistan’ın stratejik olarak uygun olmayışı ve uzaklığı, Taif’in de Hz. Peygamber’i kabul etmeyişi yüzünden dinimize sağlam bir yer arayışını Resululah(s.a.v.) devam ettirmiştir. Taif’te gördüğü işkence ve tepkinin büyüklüğünden dolayı Rabbimiz, elçisini İsra ve Miraç’la ödüllendirmiştir. Yukarda kısmen fıkhını yapmaya çalıştığımız İsra Suresi’nin ilk kırk ayeti bu dönemde gelmiştir. Bir bildirge niteliğinde olan bu ayetler, örtülü olarak bir devlet kurabilmenin ve yeni bir yurdun müjdesini vermektedir. Nitekim bu müjdeler gerçekleşmiş ve bir hac mevsiminde Peygamber Efendimiz ile tanışan Yesrip’li altı kişinin Müslüman olmasıyla daha sonraki yıl Birinci, bilahare İkinci Akabe Görüşmeleriyle beraber İslâm, Yesrip halkının gündemine girmiştir. Resulullah, Akabe’de yeni Müslümanlarla biatleşmiş ve onlardan; Allah’a şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, (ar duygusu veya yoksulluk korkusuyla) çocukları öldürmemek ve kimsenin namusuna iftirada bulunmamak konularında söz/biat almıştır.[20] Sözleşme maddeleri iman ve ahlakla ilgilidir. Bu maddelerin içerikleri bizlere, ideal siyasetin ve yeni bir toplum inşa etmenin iman ve ahlak üzerine bina edilmesinin gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Bu süreçte Hz. Peygamber’in seçip gönderdiği Kur’an Muallimi ve örnek davetçi Musab b. Umeyr’in ve Yesrip halkından Esad b. Zürare’nin katkılarını unutmamak gerekir. Musab b. Umeyrin çalışma yöntemi ve kişiliği ayrı bir çalışma konusudur. Tek tek incelenip fıkıh yapılması gereken bir tebliğ ortaya koymuştur. Onun sayesinde Müslümanlık halkın gündemine girmiş ve her evde İslâm konuşulmuştur. Bütün bunların neticesinde İslâm’a yeni bir yurt doğmuş ve Allah Teâlâ’nın emri ve Hz. Peygamber’in irşadıyla Mekkeli Müslümanlar Yesrib’e hicrete başlamışlardır.

Hicret yeni bir olay değildir. Birçok peygamberin dinleri uğruna yaşadıkları bir vakıa ve nebevi bir sünnettir. Kur’an-ı Kerim bizlere; Hz. Nuh’un, Hz. İbrahim’in, Hz. Lut’un, Hz. Yusuf’un ve Hz. Musa’nın hicretlerinden bahsetmektedir. Bu hicretlerden Hz. Yusuf’un ve Hz. Musa’nın hicretleri çok teferruatlı olarak anlatılmıştır. Unutulmamalı ki Hz. Âdem’in yeryüzüne gelişi de yitik cenneti yeniden kazanmak için dünyaya geçici bir yerleşmedir. Bu anlamda Hz. Âdem ilk muhacirdir. Ayrıca yeryüzündeki birçok medeniyet hicretle kurulmuştur. Eğer hicreti bir yer değiştirme olarak anlarsak; sosyal, ahlaki, iktisadi, ailevi ve ilmi nedenlerle hicretler olmuştur. İnsanlık tarihi bu tür hicretlere de şahittir. Müslümanlık açısından ise hicreti iki kısımda ele almak mümkündür. Enfüsi anlamda hicret; bireyi ümmet yapma ameliyesidir. Her türlü ahlaksızlıktan ve fıtrata aykırı davranıştan arınma çabasıdır. “Allah Teâlâ’nın yasakladıklarından uzaklaşmaktır.” Her türlü haramdan uzaklaşmak ve helallerde sebat etmek; Allah’a isyandan kaçınıp itaatte daim olmak enfüsi hicrettir ki bu anlamıyla aynı zamanda cihaddır. Şu ayet enfüsi anlamdaki hicreti çok güzel tanımlamaktadır: وَالرُّجْزَ فَاهْجُرْ “(Her türlü maddi ve manevi) pisliklerden, (putlardan, yontulardan) azâba sebep olacak günahlardan uzak dur(maya devam et).”[21] Mekke döneminin başlarında nazil olan bu ayet, kâfirlere teşebbühü yasakladığı gibi onların hayat tarzlarıyla ahlaklanmayı da yasaklamaktadır. Ayette her türlü putperestlikten uzak durmak tavsiye edilmekle beraber kabalıktan, katılıktan ve itici davranışlardan uzaklaşmak da tavsiye edilmektedir. Enfüsi hicret, kâfir ahlakıyla ahlaklanmamaktır. Rabbimiz bu bağlamda, Mekke döneminde imanla ilgili konuları içeren ayetlerle ahlaki içerikli ayetleri eş zamanlı göndererek mü’minlerin enfüsi anlamdaki hicretlerini ikmal etmiştir. Günümüz Müslümanları için ise enfüsi hicret; batılı hayat tarzından hayatın bütün alanlarında uzak durmayı; moderniteye entegre olmamayı ifade eder. Ahlak konusuyla ilgilenen ve zühd hayatını bir program dâhilinde sunan ulemanın ümmeti hayırlara liyakat makamına getirebilmek için enfüsi hicret konusunu derslerinde öncelemeleri şarttır. Hicretin bu alanını ikmal etmeyenler ne afaki hicret, ne cihad yapabilirler, ne de hayırların nüzulüne layık bir ümmet olabilirler. Allah Teâlâ’ya imanda yakine ermeden, farzları hakkıyla eda etmeden, hayatı sünnet üzere anlamlandırmadan, nafilelerle Allah’a yaklaşmadan, haramlardan uzaklaşmadan, mekruhlardan kaçınmadan, şüphelilere karşı bile teyakkuz hâlinde olmadan, ahlak-ı hamide ile donanmadan, başa gelenleri rıza ile karşılamadan ve hayatın her anını cihada dönüştürmeden enfüsi hicret gerçekleştirilmez. Hatta Resulullah; “Fitne/küfür velayetinin etkin olduğu zamanlarda yapılan ibadet, bana hicret etmek gibidir”[22] buyurmuştur. Enfüsi hicreti ikmal edemeyenler ise diğer hicreti asla yapamazlar. Peygamber Efendimizin on üç yıllık Mekke hayatı, Mekke’yi/gerektiğinde Allah(c.c.) için vatanı dâhil her şeyini terk edebilecek gerçek Müslümanları yetiştirmekle geçmiştir. Enfüsi hicretin de bir takım tehlikeleri olduğu için bu hicrette de yolu ve yol güvenliğini bilen insanların refakati çok önemlidir. Yol ve yol güvenliği bilinmeden hicretin hiçbir türü gerçekleşmez. Zaten büyük hicretin yol arkadaşları, enfüsi hicreti ikmal edenler arasından seçilir.

Enfüsi hicrete delalet eden ayetlerden hareketle İbni Kayyim el-Cevziyye, hicretin bu türünü;من/min” …den, “إِلَى/ilâ” …ya yapılan yolculuktur” şeklinde tanımlamıştır. Bu anlamda hicret; küfürden imana, şirkten tevhide, nifaktan ihlasa, zulümden adalete, fısktan itaate, hevadan vahye, cahiliyeden İslâm’a, sapkınlıktan istikamete, dalaletten hidayete, bidatlerden sünnete, anarşiden cihada, korkaklıktan cesarete, cimrilikten cömertliğe, fuhuştan nikâha, kabalıktan nezakete, kinden muhabbete, tefrikadan vahdete, tüketimden üretime, bencillikten paylaşıma, hasetten gıptaya, politikadan siyasete yapılan yolculuktur. Bu anlamda enfüsi hicret, afaki hicret enfüsi hicretin alt yapısıdır. Konuyla ilgili Peygamber Efendimizin şu hicret tanımı oldukça önemlidir: “Hicret; fuhşiyatın aleni ve gizlisini terk etmek, namazı hakkıyla kılmak ve zekâtı da hak sahiplerine vermektir. Bunları yerine getirirsen sen muhacirsin…”[23] Müsneddeki başka bir rivayette de;  “Hicret, hataları ve günahları terk etmektir”[24] şeklinde tanımlanmıştır.

Âfaki hicret ise bizim kanaatimize göre siyasal/velayetle alakalı hikmetler içermektedir.[25] Bu anlamda hicret; fitnenin/şirkin iktidar olduğu mekânlarda kâfirlerin iktidarlarına son vermek, velayeti kâfirlerden almak veya küfür hâkimiyetinde yaşamamak, emniyetleri korumak için yapılan bir göçtür. Bu göç evvela Müslümanların kendilerine ayak basacak bir yer bulmak, sonra da Allah Teâlâ’nın arzını zalimlerden ve kâfirlerden kurtarmak için bilinçli ve niyetli bir şekilde yapılır. Kısacası hicret yeryüzü velayetinin Müslümanlarda tahakkuku için yapılan nitelikli ve amaçlı bir göçtür. Özünde kâfirlerin yönetimiyle hesaplaşmak vardır.

Peygamber Efendimize risalet görevi verildiğinde insanlık cahili bir hayat sürüyordu. Mekke de bu hayattan nasibini fazlasıyla almıştı. Din, hukuk, siyaset, ahlak, iktisat ve hayattın diğer alanlarında Allah’ın emirlerine ihtimam gösterilmiyordu. Hz. Peygamber(s.a.v.) on üç yıl gece gündüz böyle bir hayat tarzını ilahi olanla değiştirmek için davet ve tebliğde bulunmasına rağmen siyaset başta olmak üzere gerekli değişikliği yaparak bir İslâm yurdu kuramamıştır. Darunnedve’deki tağutların ellerinden velayeti devir alamamıştır. Hukukun kaynağını Kur’an-ı Kerim ve sünnet yapamamıştır. Hicret, vahyi hukuka kaynak yapmak ve emniyetleri tesis edebilmek için yeni bir vatan arayışıdır. Özünde kâfir tasallutunu kırma ve hiçbir kâfiri hâkimiyet makamına layık görmemek vardır. Hicret; yeryüzünü mescid yapabilmek için toprağı necasetten arındırmak eylemidir. Hz. Peygamber(s.a.v.) bütün bunları tahakkuk ettiremeyince Akabe Görüşmelerinin ardından hicret yurdu olmasına karar verilen Yesrib’e göçe karar vermiştir. Önce izin alan Müslümanlar tek tek hicrete başlamışlar, daha sonra da Peygamber Efendimiz hicret etmiştir. Zaten hicretle beraber Yesrib Medine olmuştur. “Medine” kelimesinin kök harflerinin; D-Y-N den oluştuğunu düşünürsek, dinin sunduğu hayat tarzının uygulanma mekânı olmasıyla “medine” kavramı arasında ilgi vardır. Sanki dinin etkin ve ameli hâle gelmediği yerler “medine” olamaz gibi örtük bir tariz var.

Mekke’de anını dahi değerlendiren Hz. Peygamber, velayeti müşriklerden devr alamayıp vahye göre sosyal hayatı şekillendiremeyince yeni bir yurt için Müslümanların hicretine izin vermiştir. Zayıf ve garip Müslümanlar hicret ederken onların lideri olan Resulullah, gemiyi en son terk eden olmuştur. Zira liderin gitmesiyle zayıf Müslümanların olası bir katliama uğramalarını önlemiştir. Hicretin özünde Allah için adanmak vardır. Bu anlamda hicret; vatan, aile, mal, mülk dâhil hiçbir şeyi putlaştırmamak ve yerine göre Allah rızası için hepsinden vazgeçebilmektir. Zaten hicret esnasında kendi mallarından hem vazgeçen hem de Mekkelilerin kendisine emanet bıraktığı malları sahiplerine iade etmesi için Hz. Ali’yi yatağına yatıran Peygamber Efendimizin mala bakış tarzı Müslümanlar için ideal olandır. Ayrıca o yatakta yatmanın ölüme razı olmak anlamına geldiğini bilen Resulullah’ın böyle riskli işe en yakınını seçmesi de ümmetin kendisine güveni ve kendisisnin de ümmetine merhameti açısından çok manidardır. Resulullah bu uygulamasıyla yakınlarını mala mülke, makama gark etmek yerine adeta ölüme terk etmiştir. Nebevi siyasetle, zalim siyasetin ayırım noktalarından birisi de budur.

Peygamber Efendimizi ve Mekkeli Müslümanları hicrete sevk eden en önemli saik; Müslümanların can ve din başta olmak üzere emniyetlerini kaybetmeleri, dinlerini yaşamak uğrunda çekmiş oldukları dayanılmaz bedeni işkenceler ve hayatı anlamlandırmada müşriklerin vahye karşı göstermiş oldukları emsalsiz düşmanlık olmuştur. Habeşistan’a varınca muhacirler orada bir İslâm devleti kuramamışlar ama “adil bir hükümdarın” gözetiminde din, akıl, can, mal ve namuslarından emin olarak yaşamışlardır. Tüm bu emniyetlerin temininde siyaset belirleyici üst kurum olduğu için hicret; velayeti Müslümanlara teslim etmek için yapılan bir göçtür diyoruz. Bu göçün amacı; Allah Teâlâ’nın arzında, hayatın tüm alanlarında hakkı âkim kılmak ve zulme onay vermemektir. Zulmün kurumsallaştığı ve devam ettiği yerlerde önce cihadın farziyeti devreye girer, başarısız kalınınca da hicret. Fakat biz dünyanın yapısını da göz önünde bulundurarak illa da cihad diyoruz. Fakat bu cihad; kurallarını Kur’an-ı Kerim ve uygulamasını Peygamber Efendimizin yaptığı bir cihaddır.

Hicretin de salih bir amel olduğunu düşünürsek niyetle başlaması ve yapılan amelde samimi olunması elzemdir. Çünkü herkesin hicreti kastettiği şeyedir.[26] Öyle ki hicret bazen farz, bazen vacip bazen de sünnet olur. Hicretin farz olması durumunda imkân varken hicret etmemek haramdır. Şu ayet buna işaret etmektedir: إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمُ الْمَلآئِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ قَالُواْ فِيمَ كُنتُمْ قَالُواْ كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الأَرْضِ قَالْوَاْ أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُواْ فِيهَا فَأُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءتْ مَصِيرًا“(Şer’î ahkâmın hukukun kaynağı olmadığı Mekke’den hicret vâcib olduğu zaman oradan hicret etmeyip küfür diyarında kalarak) kendilerine (şirk toplumunda kalarak) zulmettikleri halde, meleklerin, canlarını aldığı kimselere (azarlama kastı ile) melekler şöyle derler: “- Ne işte idiniz?” Onlar: “- Biz Mekke’de zayıf kimselerdendik, hicret etmekten acizdik.” derler. Melekler de: “-Allah’ın arzı geniş değil mi idi? Siz de oraya hicret edeydiniz ya!” derler. İşte onların yeri cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir.”[27] Bu ayet, Mekke’de Müslüman olmuş ve hicret farz olduğu esnada hicret etmemiş olan bir takım kimseler hakkında inmiştir. Hicret vacipken hicret etmemek büyük bir suçtur. Müfessirlerin açıklamasına göre bu ayet, bir yerde dini ayakta tutmaya ve yaşatmaya imkân bulamayan bir adamın oradan hicret etmesinin vücubiyetini gösterir. Bu ayet inince Cündep b. Damire sedye ile hicrete başlayıp yolda vefat etmiştir. [28] Hicret etmeyip yarım yamalak şekilde İslâm’ı yaşamak zulümdür[29] denilmiştir. Aynı surenin 98. Ayeti zaten hicret konusunda ruhsat verilen kimseleri saymıştır: إِلاَّ الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً وَلاَ يَهْتَدُونَ سَبِيلاً “Ancak, (imanlarını korumakla birlikte) her türlü imkândan mahrum, çaresiz ve hicrete yol bulamayan, (bir de, kendilerine tebliğ gitmediği için iman nedir, İslâm nedir bilme ve inanma imkânı olmayan) erkekler, kadınlar ve (her halükârda) çocuklar bundan müstesnadır.”[30] İslâm Dini, insanların özgürce inançlarını ifade edildiği, hukukun uygulanabildiği, zulmün olmadığı, hadlerin tatbik edildiği, emniyetlerin kâmilen sağlandığı, işlerin ehline verildiği, istişarenin etkin olduğu ve tevhidi düşüncenin hayatın gidişatını belirlediği bir siyasayı inşa etmeyi hedefler. Bunu gerçekleştirmekle ülkenin kimliği/siyasi hüviyeti ortaya çıkar ki bunun adı dar’ü-l İslâm’dır. Bu anlamda Peygamber Efendimiz Müslümanlara, siyasal kimliğini şirkin belirlediği bir ülkede yaşamayı yasaklamıştır. Bu yasaklamasını şöyle ifade buyurmuştur: “Ben, müşriklerle (ortak hareket eden ve) onlarla beraber kalan her Müslümandan uzağım…”[31] Bu hadis aynı zamanda Nisa Suresinin 97. Ayetinin nebevi yorumudur.

                       Hz. Peygamber(s.a.v.) hicrete çıkarken yol arkadaşını kendisi tercih etmiştir. Bu kutlu arkadaş ilk Müslümanlardan Hz. Ebubekir’dir. Hayatını, malını ve mülkünü Allah yoluna adamış bir insandır. Peygamber Efendimize iman eden ilk Müslümanlardandır. İlmi, samimiyeti, ahlakı, cömertliği, şecaati, merhameti, fedakârlığı, siyaseti ve Hz. Peygamber’e yakınlığı ile öne çıkmış bir sahabidir. Saydığımız ve sayamadığımız bu özelliklerinden dolayı Resulullah hicret arkadaşı olarak onu seçmiştir. Kutlu hicret yolculuğundan önce refikini/yol arkadaşını seçen Hz. Peygamber, yol arkadaşı seçme hususunda ümmetine örnek olmuştur. Sonraki dönemlerde Müslümanlar yol arkadaşı seçme konusunda nebevi titizliği gösteremedikleri için birçok sefer yarım kalmıştır. Bu bağlamda şunu rahat söyleyebiliriz; seyrü seferin selametle neticelenebilmesi için hem önderlik kadrosunun hem de yolcuların birbirlerine eminlik çerçevesinde inanmaları şarttır. Emniyet olmadan seyr tamamlanmaz. Hz. Ebubekir yolculuk esnasında her türlü tedbiri almış ve Hz. Peygamber’e en ufak bir zarar gelmemesi için gayret etmiştir. Tüm endişesi, Resulullah’a bir zarar gelerek İslâm davasının zafere ulaşamamasıdır. Hz. Ebubekir’in bu endişesini bilen Peygamber Efendimizin, “Üzülme Allah bizimle beraberdir”[32] tesellisini Kur’an-ı Kerim bizlere haber vermiştir. Rabimiz nurunu tamamlamak için hicreti selametle gerçekleştirmiş ve müşriklerin tüm tuzaklarını böylece boşa çıkarmıştır.

Peygamber Efendimiz hicrette yol rehberi tutarak, dayanıklı binitler hazırlayarak, müşrikleri şaşırtmak için önce ters yöne gidip Sevr’de üç gün kalarak Müslümanlara örnek olmuştur. İsteseydi o, elini kolunu sallayarak, kâfirlere meydan okuyarak bu hicretini yapabilirdi. Rabbimiz nurunu tamamlayacağı için kimse de karşı koyamazdı. Fakat o her türlü maddi ve manevi hazırlığı yaparak hicretini gerçekleştirmiş ve stratejik anlamda bizlere sünnetler koymuştur. Bunun anlamı; dinimiz uğrunda her türlü hayırlı işi yapacağız ama metodik anlamda da hatalardan uzak duracağız.

Mekke’yi terk ederken Hz. Peygamber kendisine öğretilen şu hicret duasını okumuştur: وَقُل رَّبِّ أَدْخِلْنِي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَأَخْرِجْنِي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَل لِّي مِن لَّدُنكَ سُلْطَانًا نَّصِيرًا ” “(Medine’ye yaklaştığın şu andan itibaren) şöyle dua et: “Rabbim, gireceğim yere(Medine’ye) hak uğruna, samimî olarak ve Sana sadakat içinde girmemi, oradan (Mekke’den) çıkacağım zaman da yine hak uğruna, samimî olarak ve Sana sadakat içinde çıkmamı nasip buyur. Kendi katından bana sağlam bir destek, kuvvetli bir yardımcı lütfet.”[33] Bu ayeti indiği mekân, bağlam ve kavramsal açıdan ele alıp Müslümanlardan beklenen eylem çerçevesinde ele almak gerekir. Kur’an dilini ve hicret esnasındaki ortamdan habersiz bir anlayış ve yorum, beklenen amacı asla gerçekleştiremez. Ayetin iniş ortamı, küfrün egemen olduğu bir coğrafyada inanaların emniyetlerini temin edemeyen bir peygamberin hicret yurdu araması ve sonra da ilahi işaretle Yesrib’e hicrete izin verilmesidir. Yüce Allah, nebisine bu ayeti hicret öncesi indirdiğinde bir de dua öğretmiştir. Ayete göre Hz. Peygamber, Rabbinden “yardımcı bir sultan” istemektedir. Burada “sultan” kelimesine verilen anlamları tartışarak bahsi uzatmak istemiyoruz. Fakat ilk dönem müfessirlerinden birkaç tanesinin görüşlerini alarak nebevi tefsirle köprü kurmak istiyoruz. Tabiînin en büyüklerinden olan Hasan el Basri (v.h: 110) “Ayette Farsların ve Rumların egemenliklerinin sona ereceği vâd ediliyor. Ayrıca kâfirlere silahla, münafıklara ise ceza hukukunu uygulamak suretiyle hâkim olunacağı” belirtiliyor demiştir.[34] Teferruata dalmadan konuyu özetlersek, Hasan el-Basri ayete siyasal bir yorum getirmiştir. İlk dönem müfessirlerinden Katade ise kavramı, Allah’ın Kitabı’nın, hadlerin ve dininin uygulanması” diye yorumlamıştır.[35] Kitabın tatbikini ve dinin uygulama alanı bulmasını siyasetle ifade etmenin dışında imkân yoktur. Bize göre en harika yorum yapanlardan biri de İmam Maturidî’dir.[36] Vefat tarihi hicri 333 olan Maturidî, Te’vilat’ında “sultan” kavramını; “Kendisiyle dine yardım edilecek olan yetki, kuvvet; hadleri ve dinin ahkâmını uygulamak, şeriatı tatbik ve velayet” olarak tefsir etmiştir. Zira velayet İslâm’ın hükümlerini uygulamaktır.[37] İslâm’ın hükümlerinin tevhid ehli yöneticiler tarafından uygulandığı ülkeler gerçek anlamda İslâm ülkesidirler. İşte hicret böyle bir ülkenin arayışıdır; hicret bunun için vardır. İmam Maturidi buna işaret etmiştir. Hâl böyleyken yüz yıllar sonra bu anlayıştan geriye düşerek hicreti sadece tarihsel bağlamda ele alıp yoldaki bazı tabiatüstü olaylara indirgeyip duygusallaştırmak, hicreti katletmektir.  Bugün maalesef durum budur. Bu tarihselci ve ölü yaklaşımdan kurtulmak için çare, hicretin kurumsallaşmasıdır.

Kurumsallaşmış bir hicret anlayışında, Müslümanların ahlaki arınması sistematik hâle getirildiği gibi, siyasal anlamda da dünya sisteminin yörüngesinden çıkarak İslâmî sistemi devreye sokmak; dünyaya adalet odaklı alternatif siyaset uygulamasını sunmak vardır. Yaşadığımız mekânın kimliğini belirleme ve ona bağlı çalışmalar üretmenin vücubiyeti söz konusudur. Müslümanlar arasındaki hicret değerlendirmeleri, bugün olaya nasıl bakıldığının göstergesidir. Kanaatimize göre hicrete istikamet üzere bakış ve anlayış gittikçe zayıflamaktadır. Sadece marjinal bir grupta noele alternatif üretememenin kaygısı söz konusudur. Siyasal bağlamda ve velayet odaklı bir hicret anlayışı henüz kitlesel anlamda sahiplerini bulamamıştır. Kurumsal anlamdaki hicret, sahiplerini bulamadığı için de müşrik düzenlerin ömrü uzamaktadır. Bu bulamayış aynı zamanda Müslümanlık anlayışımızın ciddiyet göstergesidir.

Bu bağlamda şu hususu sorgulayabiliriz. Hicret olmuş bitmiş bir olay mıdır? Yoksa devam etmekte midir? İslâmî ilimlere ve kaynaklara metodik ve bütüncül bakamayanlar için hicret olup bitmiş tarihsel bir hadisedir. Hicretin tarihsel bir vaka olduğunu iddia edenler bile kendilerine hadislerden örnekler verebilmektedirler. Verilen örnek şudur: Peygamber Efendimiz Mekke’yi fethettiğinde sağdan soldan Mekke’ye gelmek isteyenlere İslâm’ın güç ve kuvvet kazandığını, Allah Teâlâ’nın nurunu tamamladığını bildirmek bağlamında - ki bu açıklamanın daha başka hikmetleri de vardır-şöyle buyurmuştur: “ Fetihten sonra artık hicret yoktur. Fakat cihad ve (cihada, hayırlı amellere) niyet vardır. Seferberlik için umumi cihada çağırıldığınızda hemen yola çıkın.”[38] Müsneddeki rivayette ise hicretin bittiği söylendikten sonra hadis şöyle sona ermektedir; “…Fakat İslâm olmak üzere biat ediniz.”[39] İlim ehli bilir ki hadislerin taaruzunda/çatışmasında “müşkili” çözmenin birçok yolu vardır. Ulemamız bunu kaynaklarda halletmişlerdir. Özellikle emniyetlerin olmadığı, vahyin hukuka kaynaklık etmediği, ibadetlerin hakkıyla ifa edilemediği, zulmün kurumsallaştığı, cihada ve davete engeller konulduğu yerlerden adaletin olduğu mekânlara hicret kaçınılmazdır. Hicretin olması zulmün varlığı ve boyutlarıyla mukayyettir. Siyasal şirkin en büyük zulüm oluşuyla ilgili ayrıntılara girmeyeceğiz. Sadece şunu hatırlatmak istiyoruz; zulüm tüm boyutlarıyla devam ederken Müslümanların dünyanın aldığı şekle bakarak davet ve cihadın farziyetini doğru anlamaları şarttır. Siyasal kimliği İslâm olmayan ülkelerde Müslümanların kalabilmelerinin meşruiyet ölçüsü Allah’ın dinini hâkim konuma çıkarmakla kayıtlıdır. Bunun için de peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “ Tevbe kapısı kapanmadıkça hicret kesilmez; gün batıdan doğmadıkça/kıyametin kopmasının en büyük alametleri çıkmadıkça da tevbe kapısı kapanmaz.”[40] Bir başka rivayette hicretin varlığı cihada bağlanarak şöyle buyurulmuştur: “Cihad oldukça hicret de kesilmez.”[41] İnsan cihad etmeyerek bulunduğu ortama mutlak uyum sağlar; İslâm’ın ve insanın yeri hakkında bir ameli olmazsa, emniyetlerin yokluğu ile bir rahatsızlık duymazsa, vahyin hayata yansımaması rahatsız etmezse, kitlesel katliamlar ve irtidatlar onu ilgilendirmezse, siyasal şirke tam entegre olmuşsa niçin cihad etsin. Böyle bir anlayış için din anlamını yitirdiğine göre elbette hicretin ve cihadın da adı olmayacaktır. Resulullah’ın buyuruşuyla hicret; kişinin dininde fitneye düşme korkusuyla Allah’a yapılan bir seyirdir.[42] Yani O’nun isteklerine göre hayatı anlamlandırmak için yapılan bir yolculuk ve arayıştır. Bu anlamda hicret sona ermemiştir. Kıyamete kadar da olacaktır. İslâm coğrafyasındaki çekilen zulümleri ve gerçekleşen göçleri hicret olmadan ne ile izah edebiliriz? Hicretin sona erdiğini savunanlar yaşadıkları zulüm düzenine meşruiyet bulma çabasındadırlar. Hayatın gidişatı ve siyasal şirk konusunda iddiası olan Müslümanları pasif hâle getirme çabasındadırlar.  Tüm bunlar dinin konuluş amacını bilememenin olumsuz sonuçlarıdır. Hicretin kesildiğine inanan Müslümanlar(!) bari cihadın farziyetiyle hayatlarına anlam verseler belki bu iddianın samimiyetini tartışabiliriz.

 
[1] Bak: Enam 6/162

[2] Bak: Nahl 16/125

[3] Bak: Kehf 18/6; Şuara 26/3

[4] Bak: Mearic 70/22-35

[5] Bak: Araf 7/158; Hicr 15/99

[6] Bak: inşirah 94/7-8

[7] Bak: Tevbe 9/122

[8] Bak: Şûrâ 42/38; Âl-i İmran 3/159

[9] Bak: Nisa 4/58

[10] Bak: Hicr 15/94; Şûrâ 42/39

[11] Bak: Ahkaf 46/35

[12] Bak: Bak: Furkan 25/52

[13] Bak: İbrahim 14/24, 27

[14] Bak: Zariyat 51/19

[15] Bak: Araf 7/157

[16] Bak: Nisa 4/59

[17] Bak: Enam 6/150-152; Mü’minun 23/1-10

[18] Bak: İsra 17/80; Hac 22/ 41

[19] Bak.  Şuara 26/3

[20] Bak Mümtehine 60/12

[21] Müddessir 74/5

[22]Ahmed, Müsned, c. V, s. 27.

[23] Ahmed, Müsned,(Tah: uhammed Şakir, Had. No: 7095), c. Xıı, s. 45-6

[24] Ahmed, a.g.e, c. VI, s. 21; İbni Mace, Fiten, Had. No: 3934, c. II, s. 1298.

[25] Hicretle ilgili bak: Bakara 2/218; Âl-i İmran 3/195; Nisa 4/89, 97, 100; Enfal 8/72, 74, 75; Tevbe 9/ 20; Nahl 16/41, 110; Hac 22/58; Haşr 59/9.

[26] Müslim, 33, İmaret, 45, Had. No: 1907, c. II, s. 1515-6.

[27] Nisa 4/97

[28] Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, c. II, s. 581.

[29] Mevdudi, Tefhim, c. I, s. 349.

[30] Nisa 4/98

[31] Nesai, Kasame, 45, Had.no: 26, c. VIII, s. 36.

[32] Tevbe 97/40

[33] İsra 17/80

[34]El- Basri, Hasan, Tefsir, c. I, s. 502.

[35] Bagavî, Mealim’ü-t Tenzil, (Muhtasar), s. 534; Bak: Ebussuud, İrşad’u-l Aklı’s Selim, c. V, s. 247.

[36] İmam Maturidî’nin görüşlerini ana kaynaklardan okuyamadan, onun üzerinden seküler ve rasyonalist bir algı yaparak müşrik düzenlere meşruiyet alanı çıkarmak isteyen cühelanın bu ifadeleri okumalarını öneririm. Ayrıca bilmeliler ki İmam’a göre her zaman Kur’an ve sünnet öndedir. Görüşleri de klasik ülema ile aynıdır.  Dolayısıyla İmam üzerinden iş çıkarmak isteyenler ön kabüllerine göre istismar yapan zavallılardır.

[37] Maturidî, Te’vilat, c. VII, s. 100.

[38] Abdürrezzak, Musannef, Had. No: 9713, c. V, s. 309; Müslim, 33, İmaret, 20, Had. No: 1353, c.II, s. 1487.

[39] Ahmed, Müsned, c. V, s. 69.

[40] Bbu Davud, 9, cihad, 2, Had. No: 2479, c. II, s. 7-8; Tahavi, Müşkil’ü-l Âsar, Had. No: 2825, c. III, s. 179.

[41] Ahmed,  a.g.e., c.V, s. 375.

[42] Bak: Buhari,  

YAZAR HAKKINDA
Mehmet Sürmeli
Mehmet Sürmeli
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN