15 Temmuz Cuma akşamı Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) mensubu bir grup asker darbeye teşebbüs etti. Benim yaşıtlarım darbeleri sadece kitaplardan bilir. Yaşıtlarım gibi ben de günümüzde bir darbe girişiminin olabileceğine dair bir ihtimal vermiyordum. Ama 15 Temmuz darbe girişimi ile hâlâ bir şeyleri darbeyle değiştirebileceğine inanlar olduğunu öğrendim, öğrendik. Daha önceden darbeye teşebbüs edenlerin nasıl yâd edildiklerine, yakın zamanda Kenan Evren’in vefatı dolayısıyla verilen demeçlere, yapılan konuşmalara bakmadan bir grubun darbe teşebbüsünde bulunabileceğini yaşayarak anladık. Darbeye teşebbüs edenler “Bu ülke”nin insanının darbecileri nasıl tarihselleştirdiklerini, darbeciler hakkındaki menfî tutumlarını hiç mi fark etmediler? Tüm bunları göze alarak bu topraklarda doğmuş, büyümüş ama bu topraklarla, bu milletle gönül bağı kuramamış FETÖ mensubu bir grup asker Türkiye tarihinde en alçak ve en kanlı darbelerinden birine teşebbüs etti. Milletiyle hemhâl olamayanlar başka milletlerin kuklası oldular. “Ilımlı İslam, diyalog ve hoşgörü” mottosuyla yola çıkanlar kendi vatandaşlarına acımadan kurşun sıktılar. “Amaca giden her yolu mübah” olarak görenler milletin tankıyla milleti ezmekten çekinmediler. Tüm yaşananlara rağmen milletimizin dirlik, birlik ve beraberliği 15 Temmuz darbe teşebbüsünü akamete uğrattı. Bulunduğu yere ancak hakkıyla gelenler bulunduğu yerin hakkını verebilirken, ehliyet ve liyakati sonucunda bulunduğu yeri hak edemeyenlerin, sahip oldukları makamları ve daha fazlasını elde etmek için neler yapabileceklerini gördük. FETÖ haksızca sahip olduğu makam ve mevkilerle yetinmeyip daha fazlasını elde etmek için ABD tarafından darbeye teşvik edildi.
Türkiye’de yaşanan darbelere baktığımızda bu darbelerin arkasında ABD’nin olduğu görülmektedir. Sadece Türkiye’de yaşanan darbelerde değil, diğer birçok ülkede yaşanan darbelerin arkasında da yine aynı ülkenin olduğu fark edilmektedir. 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında da mezkûr ülkenin olduğu kısa bir süre içerisinde anlaşılmıştır. Cumhurbaşkanı, darbe girişimini koordine eden ve yöneten bir “üst aklın” varlığından bahsetmiştir. Ayrıca bu üst aklın 1999 yılında Abdullah Öcalan’ı ülkemize teslim ederken daha sonra kendi çıkarları için kullanmak üzere Öcalan’ın yerine Fetullah Gülen’i aldığını dile getirmiştir. Cumhurbaşkanı’nın bu ifadelerinden “üst akıl”la ABD’yi kastettiği anlaşılmaktadır. Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ da CNN Türk’te katıldığı “Tarafsız Bölge” programında darbe girişiminin arkasında CIA olduğunu ifade etmiştir.
Başbuğ söz konusu programda CIA’nın darbe girişimini başarısız sonuçlanacak şekilde planladığını dile getirmiştir. Başbuğ’a göre darbe girişiminin amacı CIA’nın Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yeniden dizayn etmek istemesidir. Başbuğ’un ifade etmiş olduğu iddia çok fazla tartışılmadı ve bu iddiaya rağbet edilmedi. Aslında yaşananlara baktığımızda, darbe girişiminin medya dâhil olmak üzere birçok ayaktan yoksun olması nedeniyle acemi şekilde kurgulanmış olduğu intibaını uyandırmaktadır. Ancak ABD’nin arkasında olduğu bir darbe girişiminin acemiliği mevzusu tartışmaya açıktır. Daha önceki ABD tarafından desteklenen darbe girişimlerini göz önünde bulundurduğumuzda ABD’nin darbeler konusunda hiç de acemi olmadığı görülmektedir. Cemaatin nasıl koordine edildiği ve nasıl yapılandığı kadar ve belki de daha fazla ABD’nin darbe girişimindeki payı siyaset adamları, yazarlar ve düşünürler tarafından tartışılmalıdır. ABD, darbenin başarılı olmasını istiyor muydu yoksa istemiyor muydu? İstemiyorsa neyi hedefliyordu? Cemaatten boşalan kadroları farklı destekçileriyle doldurmak için ne gibi planlar yapmaktadır? Gülen’i teslim edecekse yerine kimi yetiştirmektedir? Yıllardır desteklediği cemaatin hain ve sinsi planlarının ve kendisinin bir kuklası olduğunun açığa çıkması pahasına ABD neden darbe teşebbüsünün akıl hocalığını üstlendi? ABD tüm bu yaşananlardan çıkar olarak neyi hedeflemektedir? ABD’nin birçok şeyi hesap edip ona göre hareket ettiğini bildiğimize göre bu sorular gibi birçok sorunun tartışılmaya açılması gerekmektedir. Bu nedenle geçmiş darbelerin anatomisi göz önünde bulundurularak 15 Temmuz darbe girişimi çok boyutlu olarak tartışılmalıdır. Bunları tartışırken de yaşanan durumu izah etmek için kullanılacak kavramlara dikkat edilmesi gerekilmektedir.
Ülkemizde siyaset adamlarının kullanmış olduğu üslûp nedeni ile kutuplaşmaya giden halk 15 Temmuz darbe girişiminin akamete uğratılması sonucunda birbirine kenetlendi. Darbe girişimine karşı ortaya koymuş olduğu tepki ile birlik ve beraberliğin tecessüm etmiş hâlini gösterdi. Bu durum sadece halk arasında değil iktidar ve muhalefet liderlerinin arasında da vuku buldu. Ancak darbe teşebbüsünde bulunanın bir cemaat olması nedeniyle bazı çevreler tarafından cemaatlere ve/veya İslâm inancına karşı bir söylem de geliştirilmeye çalışıldı. “Laiklik”, “demokrasi” gibi kavramlar ve “Hâkimiyet Milletindir” gibi sloganlar merkeze alındı. Darbe girişimine karşı direnerek şehit düşen vatandaşlardan “demokrasi şehidi” olarak bahsedildi. Hâlbuki darbeye teşebbüs edenlerin cemaat mensubu askerler olması bu söylemi mübah kılmaz. Durumdan faydalanıp laikliği hârikülâde bir siyasî rejimmiş gibi anlatmanın da lüzumu yok. Daha önceki darbelerin laiklik kavramıyla olan ilişkileri göz ardı edilerek bir yere varılamaz. Laiklik kavramının bu darbelerle olan ilişkisini göz ardı edip bu kavramı kutsallaştırmanın hiçbir anlamı da yok. 15 Temmuz darbe girişimini tüm cemaatlerle ve/veya İslâm inancıyla ilişkilendirmeye çalışanların amaçlarının ne olduğu unutulmamalıdır. Yaşanan süreç ne laikliği ne de Atatürk ilke ve inkılâplarını mükemmelleştirmez.
Siyasal sistemler zaman ve mekândan bağımsız değillerdir. Bu nedenle insanlar söz konusu siyasal sistemi korumak için savaşmazlar. Nasıl ki Çanakkale’de dedelerimiz saltanatın varlığını korumak için savaşmadıysalar, 15 Temmuz’da da insanlar demokrasi için meydanlara çıkmadılar. Dedelerimizden “saltanat şehidi” olarak bahsetmediğimiz gibi 15 Temmuz’da da canını verenlerden “demokrasi şehidi” olarak bahsedemeyiz. Çanakkale’de, Kut’ta ve Medine Müdafaası’nda olduğu gibi 15 Temmuz’da da insanlar din ve vatanlarını müdafaa etmek için kurşunların karşısına dikildiler. Ayrıca bizim inancımızdaki “Hâkimiyet ancak Allah’ındır” düsturu unutulmamalıdır. Hâkimiyetin kaynağı ve sahibi, mebde (köken, gelinen yer) ve mead (son, gidilen yer) arasında bir varlık olan insanoğlu olamaz. Hâkimiyet zaman ve mekândan, mebde ve meaddan münezzeh olan Allah'a aittir. Hâkimiyetin milletin olduğunu düşünenler neden bu milletin dili, kavramı ve üslûbuyla konuşmaya tenezzül etmezler? Hâlbuki millet bu şanlı direnişini “Korkma” diye başlayan İstiklal Marşı’mızın “Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!” dizesi ile yıllar önce en veciz şekilde dile getirmiştir.