Abone Ol

Dâvâsına Adanmış Gençler

Dâvâsına Adanmış Gençler

 “Muhammed Allah’ın elçisidir. Onunla birlikte hareket edenler [Mü’minler] saldırgan kâfirlere karşı çok çetin ve tavizsiz, birbirlerine karşı ise çok şefkatli ve merhametlidirler. Sen onları hep rükû ve secde eder halde görürsün. Onların gayesi Allah’ın lütuf ve rızasına nail olmaktır. Alametleri ise alınlarındaki [simalarındaki] secde izleridir.” (Fetih:48/29)

Davasına adanmış gençler, tüm varlığıyla İslam davasına adanmış muvahhid ve mücahidlerdir. Onların her hareket ve tavırları hatta görüntüleri bile adanmışlıklarının en belirgin kanıtıdır. Tarih boyunca davet yolunun erleri, Kur’an’ın da tarifi ve tasdikiyle belli özelliklere haiz olmuşlardır. Yukarıda meali verilen Fetih suresindeki ayette bizzat Allah tarafından örnek olarak sunulan dava adamları ve davetçilerin birinci ayırt edici özellikleri, kâfirlere karşısı tavizsiz, Mü’min kardeşlerine karşı ise son derece merhametli ve şefkatli olmalarıdır. Oldukça meşakkatli ve çileli bir yolda ilerleyen davetçiler, her türlü uzlaşma tekliflerine karşı taviz vermeden, tehdit, boykot, işkence gibi sıkıntılara aldırış etmeden yürürler. Bu yolda İslam cemaati içinde karşılaştıkları problemleri kardeşlik hukukuna zarar vermeden çözme yoluna başvururlar. Kardeşleri tarafından bir eziyete maruz kaldıklarında ise şefkat ve merhamet prensibiyle hareket ederler. Bencillik, kibir, nefret gibi düşük karakterleri onların hayatlarında görmek mümkün değildir. Onların sahip oldukları tüm hoşgörü ve diyalog potansiyeli, Kur’an’ın da dikkat çektiği vazgeçilmez bir ilke olarak ancak mü’min kardeşleri ve ezilenler içindir.

Bu surede örnek olarak anlatılan adanmışların ikinci belirleyici özellikleri ise hayranlık uyandıran kulluklarıdır. “Onları hep rükû ve secde eder halde görürsün.” Büyük bir dikkatle yerine getirdikleri farz ibadetlerinin yanında kendilerini Allah’a yaklaştıracak nafileleri sürekli ve bilinçli bir şekilde ifa ederler. Rükû ederler, secde ederler, ilim meclislerinde sürekli bir yere sahiptirler. Zikir ve tesbihat dillerinden asla düşmez ve her durumda dua halindedirler. Elbette ki onların da günlük işleri özel hayatları vardır. Ancak bu bahsettiğimiz durumlar onların hayatlarındaki değişmeyen halleridir. Yani onlar tüm işlerini Allah’ın huzurunda rükû ve secdedeymiş gibi ibadet bilinci ile yaparlar. Bu halleriyle onlar, bu geçici dünya hayatı içerisinde asıl hedef ve gayelerini de ortaya koymuş olurlar. Onların tek bir hedefi vardır; “Allah’ın lütuf ve rızasına nail olmak.” Yapılan tüm İslami çalışmaların, akıtılan terlerin, çekilen çilelerin, uykusuz geçirilen gecelerin, toplantıların, sohbetlerin, organize edilen programların tek ve asıl amacı Allah’ın rızası ve kulluktur. Ayette bu gaye ön plana çıkarılarak araçların amaç haline gelmemesi gerektiğine de dikkat çekilmektedir. İslami çalışmalar içerisinde uzun bir müddet bulunan insanları bekleyen en büyük tehlike, sıradanlaşma ve asıl amacı unutma tehlikesidir. Zaman içerisinde yapılan işler günlük rutin ve mekanik faaliyetlere dönüşmemeli, her çalışma sırasında hedef yeniden hatırlanmalı ve niyetler tazelenmelidir.

Allah’ın Tevrat ve İncil’den sonra Kur’an’da da kıyamete kadar gelecek tüm mü’minlere örnek olarak sunduğu son özellik ise adanmışların samimiyetlerinin ve ihlâslarının dışa vurumu olan simalarında ve alınlarındaki secde izidir. “Alametleri ise alınlarındaki [simalarındaki] secde izleridir.”

Bu durum izzet ve şerefin, ciddiyet ve samimiyetin, vakar ve onurun, gece ibadeti ve sürekli zikrin, cihadın hayret verecek şekilde yüz hatlarında belirginleşmesidir. Dava adamı, bu özelliklere sahip olduğu andan itibaren görüldüğünde Allah’ı hatırlatan adam haline gelir ve yüksek bir mertebe olan “Allah Dostu” makamına yükselir. Tıpkı bir sahabinin Hz. Peygamber’e (s.a.s) “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah’ın dostları kimlerdir?” diye sorduğu zaman: - “Gördüklerinde insana Allah’ı hatırlatan kimselerdir.” Cevabında Rasûlullah’ın bahsettiği adam haline dönüşür.

Adanmışlar,  yaptıkları çalışmaların karşılığını sadece Allah’tan bekleyen adamlardır. Desinler, görsünler, bilsinler, sevsinler, övsünler diye parmağını bile kıpırdatmanın, şirk kadar büyük bir günah olduğu bilinciyle tüm niyetlerini Allah rızasına endeksleyen adamlardır. Reklâmcılık ve vitrincilik, gösteriş ve abartılı tavırlar onların karakteriyle asla uyuşmaz. Onlar, daima gizli kahraman olmayı tercih eder. ‘Allah görsün yeter’ anlayışı temel felsefesefelerdir. Çileli işlerin tamamı onların sırtından geçer. Ama yapılan iş Allah içinse, çekilen çile ibadettir bilinciyle hareket ederler. En çok onlar terler, en çok onlar yorulur, en çok onlar eleştirilir; ama en az onlara değer verilir. En az onlar konuşturulur. En az onlar bilinir. İşte onlar Allahın razı olduğu meçhul adamlardır.

Bir gün Hz. Ömer yanında oturanlara: - “Ecir yönünden insanların en büyüğü kimlerdir?” diye sordu. Onlar da oruçtan, namazdan söz ederek.  “Mü’minlerin emirinden sonra, ecir bakımından falan falan kimseler büyüktür” diye cevap verdiler. Hz. Ömer:  “Kimin büyük olduğunu size söyleyeyim mi?” dedi. “Söyle” dediler. Hz. Ömer:  “Atının gemini tutarak İslâm Ülkesinde mücahidlik yapan, hizmet eden ve canavar mı yiyecek, zehirli bir hayvan mı sokacak, düşman mı yakalayacak diye hiç bir tehlikeyi umursamayan o meçhul adam var ya, işte o saydığınız kimselerden de, Mü’minlerin emirinden de kat kat üstündür” dedi.  Hz. Ömer’in kendisinden bile faziletli gördüğü bu meçhul adamlar, her zaman davanın yükünü çeken çilekeş Müslümanlardır.

Tarih boyunca İslam Davası bu meçhullerin sırtında yükselmiştir. Onlar insanlar tarafından pek değerli görülmese de, Rasûlullah’ın (s.a.s) dilinden onların dualarının asla geri çevrilmediğini öğreniyoruz. Efendimiz (s.a.s) bir gün ashabıyla sohbet ederken şöyle buyurudu:  “Altın ve gümüşün (paranın ve servetin) ve gösterişli elbise (ve eşyaların) kölesi olan kimseler sürünsünler... Ki, böylesi (dünya düşkünü) kimselere istedikleri makam ve menfaatler kendilerine verilirse, memnun olurlar, eğer umdukları verilmez ise, kızar ve bırakıp giderler. Allah bunları kahretsin. Ama cennet ve her türlü hayır ve saadet şu kula layıktır ki O, Allah için cihad yolunda kendisini atının dizginine (bineğinin oturağına) bağlamıştır. (Yani hakka davet için dolaşıp durmaktadır.) Onun üstü başı perişandır. Eğer kendisine cihad ordusunda (ve teşkilatında) öncü hizmetlerde görev verilirse, bunu hakkıyla yapar (ve nöbet yerini asla terk etmez). Yok, eğer geri hizmetlerde bırakılsa, yine bütün gücüyle çalışır. Böylesi (isimsiz ve rütbesiz kahramanlar) bir meclise girmek istese, yüz verilmez. Herhangi bir kişiye aracı ve yardımcı olmak istese, işi görülmez. (Ancak, Allah katındaki değerleri ve dereceleri öylesine yüksektir ki) onların hiç bir duaları geri çevrilmez.”

Hadiste Rasûlullah’ın (s.a.s) övgüsüne mazhar olan ve bize örnek olarak sunulan kahramanlar, makam, mevki ve menfaat elde etmek için değil, adanmışlığın bir gereği olarak Allah’ın rızası için gayret ederler. Bu yolda kendilerine ne görev verilirse yerine getirirler. Önde ya da arkada olmak, tanınmak ya da tanınmamak onlar için önemli değildir. Önemli toplantı ve buluşmalarda, meclislerde bir yerleri de yoktur.  Ama Allah katında en değerli kullardandır. Öyle ki Rasûlullah, bu meçhul adamları Allah’ın asla yalancı çıkarmayacağı garantisini vermiştir. Efendimiz (s.a.s) buyuruyor:  “Allah’ın nice pejmürde, saçları dağınık ve eski elbiseleri olan öyle kulları vardır ki; kendilerine iltifat edilmez. Ancak onlar Allah Teâlâ’ya yemin etseler, Allah onları yalancı çıkarmaz. ” Allahımız bu adanmışlardan olabilmeyi cümlemize nasip eylesin.

YAZAR HAKKINDA
Abdülaziz Kıranşal
Abdülaziz Kıranşal
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN