Abone Ol

Beni İnşa Et!

Beni İnşa Et!

 “Altın, sarı, gözkamaştırıcı, değerli altın!

Bunun şu kadarı, karayı ak, çirkini güzel,

eğriyi doğru, adiyi soylu, yaşlıyı genç, korkağı yiğit yapar.

Ah tanrılar nedir bu? Niçin bu?

Rahiplerinizi, uşaklarınızı yanınızdan kaçırır;

çeker güçlü insanların yastıklarını başlarının altından;

bu sarı köle,

din de kurar, din de bozar, kutsar lanetliyi;

hayran eder herkesi kocamış cüzzamlıya;

hırsızlara yer, senatörlere kürsüde

ün, şan, saygınlık kazandırır;

odur geçkin dullara yeniden koca bulan;

gel lanetli maden.

Orta malı insanlığın.”

Shakespeare

 John Berger,  Görme Biçimleri kitabında perspektifin keşfinden hareketle Rönesans sürecinde değişen âlem tasavvurunu şöyle tarif eder: “Avrupa sanatına mahsus olan ve ilk kez Rönesans'la birlikte yerleşen perspektif göreneği her şeyi bakanın gözüne merkezler. Bu işaret kulesinden gelen ışığa benzer - yalnız ışığın içerden dışarı seyahat etmesi yerine, görünüşler içeri doğru yol alır. Görenekler bu görünüşlere gerçeklik der. Perspektif, tek gözü, görünen dünyanın merkezi yapar. Bir zamanlar evrenin nasıl Tanrı'ya göre düzenlendiği düşünülüyor idiyse, aynı biçimde, şimdi de görünen dünya izleyiciye göre düzenlenmektedir.”  Dünya, bakan özne ve bakılan nesne şeklinde ikiye ayrılmıştır.  Heiddeger de modern dönemin başlangıcında Descartes’la beraber Greklerin öznesinin anlamının kesin bir şekilde dönüştürüldüğünü, insanın kendi öz kesinliğini “kendi içinde” bulduğunu vurgular. Heiddeger’e göre Grekler için özne, önde-duran-şey, yani insanın karşısındaki gerçeklik anlamına geliyordu. Yani Grekler bugün nesne denen şeye özne diyorlardı. Bu tersyüz edilme süreci hayatın tüm alanlarına teşmil edilerek eşyayı kavrama şekli köklü bir değişime uğramıştır.

İnsan, kendini içinde bulunduğu âlemden ayırarak âlemi bir bilgi nesnesine dönüştürmüştür. Doğa, artık üzerine tefekkür edilip hayata mana arama vesilesi olmaktan çıkarılarak daha konforlu bir yaşam için âlet edevat deposu haline getirilmiştir. Sonsuzluk karşısındaki temaşanın yerini mutlak kesinlik arayışı almıştır. Bu, hayatın tüm alanlarına sirayet etmiştir. Örneğin fotoğraf, akan hayatı dondurup çerçeveleyerek bakışın nesnesi hâline getirmiştir. Müzik anlayışı da benzer bir dönüşüme uğramış evvelce söz, ses için bir araz niteliği taşırken Derrida’nın tehlikeli eklentisi misali sesin yerine geçerek onu kendi boyunduruğu altına almıştır. Geleneksel zaman, bir sonsuz akışın seyr-ü seferinin sürülmesi iken modern zamanda her şeyi dondurup çerçeveye sokup içine nüfus edilmek suretiyle derinlik arayışına girilmiştir. Arap alfabesinde ve dolayısıyla tasavvuf geleneğinde “nokta”  sonsuzluğu anlamak için bir sembolken, Latin düzyazısında yazıyı sonlandırıp disipline etmek için bir araç niteliğine dönüşmüştür.

Kojin Karatani, göz kamaştırıcı kitabı Derinliğin Keşfi’nde geometrik perspektifin keşfini edebiyat bağlamına taşıyıp “içselliğin” inşâ edilme sürecini sorunsallaştırarak modern edebiyatın oluşumunda Rönesans sürecindeki paradigma değişiminin etkisini araştırmaktadır. Burada en önemli unsur “içselliğin” keşfedilmesi; böylece modern, yalnız, özbilinçli ve öznel bir edebî kahramanın ortaya çıkmasıdır. Modernite öncesi edebiyatta böylesi bir içsellik ve öznellik görülmezdi. Antik dönemde edebiyat, herkesin kullanabileceği, katkı yaptığı bir nevi kamu malı gibiydi. Dolayısıyla aslında bugün anladığımız mânâda bir edebiyat mevcut değildi. Oysa modern dönemin şartları modern romanın ve modern roman kahramanının doğmasına sebep olmuştur. Karatani, bu içsellik inşâı mevzuunda şöyle bir tespitte bulunmaktadır: “Devletin, yani siyasal iktidarın karşısına benlik ve içselliğe sadık kalmayı yerleştiren edebiyatçılar ‘içselliğin’ ta kendisinin bir tür siyaset olduğunu, mutlak otoritenin bir tezahürü olduğunu göremiyorlar.” Ulus Baker de edebiyatta, Balzac’ın romanlarında veya Moliere’in oyunlarında bir “toplumsal tipin” görüldüğünden bahseder. Georg Simmel’den yola çıkarak bu toplumsal tipin daima toplum tarafından oluşturulduğunu vurgulayarak bir toplumsal tipin olabilirliğini veya varoluşunu özgül tipte bir toplum tarafından nesneye dönüştürülebilme kapasitesiyle kazandığını ve böylece onun bir parçası hâline geldiğini söyler. Öznel bakış açılarının sanatı olan modern edebiyatın ve sinemanın bu tipleri görünüme sokmaktaki başarısını da belirtmek gerekir.

Velhasıl özne, toplumsal bir bireydir. Dolayısıyla inşâ edilip oluşturulmuştur. Silvia Federici feminist tarih çalışması olan Caliban ve Cadı’da cadı avları ile kapitalizmin doğup insanların fabrikalarda ücretli işçi yapılması arasında bağlantı olduğunu düşünür. Yazara göre XVI. ve XVII. yüzyıllarda cadıların yok edilmesi ile kapitalist üretim sürecinin aynı zamana denk gelmesi bir tesadüf değildir. Kapitalist gelişimin ön koşullarından biri Foucault’un bedenin disiplin altına alınması olarak adlandırdığı süreçtir. Burjuvazinin bedene karşı açtığı savaş yeni bir birey türü yaratma çabasının bir parçasıydı. Max Weber’e göre kapitalizm kazancı, ihtiyaçların karşılanmasının bir aracı değil, hayatın esas amacı hâline getirir. Mülksüzleştirilen köylüler ve zanaatkarlar ücret karşılığı çalışmayı kolayca kabul etmediler. Bunlar daha çok dilenci, serseri ve suçlulara dönüştüler. Bu ilk kapitalist krizdir. Burjuvazinin bu krize yanıtı cezaların ağırlaştırıldığı ve idamların yaygınlaşması yoluyla işleyen bir terör rejimini kurumsallaştırmak oldu. Yalnızca İngiltere’de VII. Henri’nin otuz yıllık saltanatı sırasında 72 bin kişi asıldı. (Caliban ve Cadı,s.196). İşler bununla da kalmıyordu. Proleteryanın üretim sürecine herhangi bir fayda sağlamayan her türlü eğilimi de yasaklanıyor ve en ağır şekilde cezalandırılıyordu. Yeni felsefenin arkaplanında filozofların “irrasyonel” olarak sınıflandırdığı her şeyin suç olarak damgalanmasını sağlayan geniş çaplı bir devlet girişimi vardı. İşte cadı avlarını güdüleyen temel sebep yazara göre halk arasında hüküm sürmeye devam eden büyüsel dünya görüşüne olan saldırıdır. Büyünün temelinde, madde ve ruh arasında herhangi bir ayrıma izin vermeyen, bu yüzden de kozmosu esrarengiz güçlere ev sahipliği yapan, herhangi bir şeyin geri kalan her şeyle “sempatik” bir ilişki içinde olduğu canlı bir organizma olarak tahayyül edilen animistik bir dünya kavrayışı vardı. İşte bu durumun ortadan kaldırılması kapitalizm için hayatî önem arz ediyordu. İnsanları fabrikalarda günde en az on beş saat çalıştırabilmek için rasyonalizasyon sürecine geçilmesi gerekiyordu. Büyüden arındırılmış mekanik evren tasavvuru da bunun için biçilmiş kaftandı. Francis Bacon, “Büyü, sanayiyi yok eder.” diyordu. Üstelik büyü, emek sürecinin düzenlenmesine engel olan niteliksel bir zaman ve mekân anlayışına dayanmaktaydı. Şanslı ve şanssız günler olduğu, yani kişinin seyahate çıkabileceği günler olduğu gibi evden ayrılmaması gereken günler de olduğu, evlenilmesi gereken günler olduğu gibi her türlü işten kaçınılması gereken günler de olduğu inancına bağlı kalan proletaryaya yeni girişimciler düzenli iş modellerini nasıl dayatabilirdi ki? İşte büyünün kapitalist iş disiplini ile uyumsuzluğu, toplumsal kontrol ihtiyacı olan devletin büyüye karşı yürüttüğü terör kampanyasının sebebiydi. Kanımızca Max Weber’in modern dünyayı tasvir için söylediği meşhur “büyüsünden arındırılmış dünya” sözü metafor olmanın çok ötesindeydi. Bütün bunlar dönemin hakim söylemlerine hizmet eden öznelliklerin kurulması amacıyla yürütülen projelerdi. Modern dünya görüşü kendi modern “yurttaşlarını” inşa etme sürecine girmişti.

Aslında kutsallığın bizatihi kendisi yok olmamış, sadece sahih mecrasından koparılmıştır. Kutsal olan dünyevîleştirilerek, dünyevî olana kutsal muamelesi yapılmaya başlanmıştır. Tanrının yerine aklı ikame eden süreç olan Aydınlanma bile dinsel bir kavramdır neticede. Dini hayattan soyutlama çabaları dinin yerine konulan şeylere din muamelesi yapılmasıyla sonuçlanmıştır. Mircea Eliade, en profan insanın bile aşkın tecrübe yaşama ihtiyacına güzel bir örnek verir.  Doğup büyünülen yerlerin manzarası, ilk aşkların yaşandığı yer veya gençlikte ziyaret edilen ilk yabancı kentin bir sokağı veya bir köşesi. Bütün bu yerler en “dindışı” insan için bile özel niteliğe sahip mekânlardır. Eliade’nin tabiriyle “bu dindışı insanın özel Evren’inin ‘kutsal yerleri’dir, sanki bu dindışı varlığa, gündelik varlığıyla katıldığından farklı bir gerçeğin ifşa edilmiş olması gibi.”  Nitekim gündelik kent yaşamı içinde de bunun farklı tezahürlerine rastlamak mümkündür. Futbol maçlarında toplu olarak yapılan tezahüratlarla kendinden geçen taraftar, adeta dergâhta zikir ayininde bulunan dervişleri andırmaktadır. Dinle uzaktan yakından ilişkisi olmadığını söyleyen biri, örneğin içki masasında muhtelif ritüeller üretmekte, devreye müziği de sokarak kendince “aşkın tecrübe” deneyimlemektedir. İnsan tabiatı itibariyle mütemadiyen kendisini aşan bir şeye bağlanır. Eric Voegelin, varoluşsal boşluk, anlam kaybı ve yabancılaşmanın kişiyi arzunun dolayımlayıcısına götürdüğünü ve bu dolayımlayıcının modern dünyada karşımıza kimi zaman bir pop idolü kimi zaman da führer olarak çıktığını söyler.

Bu söylenenlerin paralelinde kapitalizm de günümüzde bir din hâlini almıştır. Plazalarıyla, AVM’leriyle kendine ait tapınaklarını; girişimcileriyle, CEO’larıyla, holding patronlarıyla kendi ruhban sınıfını; brokerlarıyla, yatırım danışmanlarıyla, yaşam koçlarıyla kendi azizlerini; kariyerizmle, alışverişle kendi ritüellerini; tüketime koşulmuş ve manipule edilmiş özneleriyle kendi müminlerini oluşturan bir din. Allâh’ın her an insanı görmekte ve bilmekte olduğu inancı anlamına gelen murakabe, kameralar tarafından izlenildiğinin içselleştirilmesi ve davranışların buna göre belirlenmesini dayatan panoptikona dönüştürülmüştür. Sahih kutsallığın yerini sistem tarafından üretilen sentetik kutsallıklar almıştır. Giorgio Agamben tanık olduğumuz bu durumun ağızlara sakız olmuş şu meşhur tarihin sonundan ziyade dur durak bilmeden boşa dönen ve tanrıbilimsel oikonomia’nın bir tür akıl almaz parodisi niteliğindeki bir makine olduğunu, bu makine-dünyanın takdir-i ilahî yoluyla yönetilmesi rolünü üstlendiğini söylemektedir. Kapitalizmin bize dayatmaya çalıştığı şey, kendi ürettiği kavram ve değerlerin “kutsallıklarından” soyutlanmasının olanaksızlığıdır. Agamben’e göre bu, sadece görünüşte böyledir ve kapitalizmin bizi kandırmak için kullandığı bir hiledir. Peki kapitalizmin aygıtlarıyla bizlere dayattığı bu zihin tutulması hâline karşı nasıl bir strateji izlenmeli? Agamben’e göre çözüm ne bunları imha etmekten ne de dozunda, ölçülü kullanmaktan geçmektedir. İnsanca mutluluk arzusunun ele geçirip başka bir çerçevede öznelleştirme, aygıtların temel özelliğidir. Kapitalizm tarafından üretilen bu yapay kutsallıkların boyunduruğuna girmek, modern insanın yegane trajedisidir. İşte Agamben için bu yapay kutsallıkların halelerinden arındırılması ve sıradanlaştırılması (dünyevîleştirilemez olanı dünyevîleştirmek) gelecek kuşağın temel siyasî görevi olmalıdır.

Batı-dışı toplumların sakinleri olan bizler için bu özne ve öznelleştirme kavramlarını sorunsallaştırmak aciliyet arzetmektedir. Batı zihniyetinin paradigmasını içselleştirip Batı’ya ait tüm kurumları benimseyerek ithal etmişken toplumun birbirlerinden ayrı olduğu düşünülen tüm kesimleri, neoliberal yaşam tarzlarını doyasıya yaşamak hususunda tamamen mutabıkken altını sağlam bir şekilde doldurmadan “insan özne değildir kuldur” gibi cümlelerle bu işin içinden sıyrılamayacağız gibi görünüyor…

  Kaynakça  

Agamben, Giorgio, Dünyevileştirmeler, Monokl Yayınları, 2011

Agamben, Giorgio, Dispozitif Nedir?, Monokl Yayınları, 2011

Berger, John, Görme Biçimleri, Metis Yayınları, 1995

Baker, Ulus, Kanaatlerden İmajlara, Birikim Yayınları, 2011

Eliade, Mircea, Kutsal ve Dindışı, Gece Yayınları, 1993

Federici, Silvia, Caliban ve Cadı, Otonom Yayıncılık, 2012

Karatani, Kojin, Derinliğin Keşfi, Metis Yayınları, 2011.

YAZAR HAKKINDA
Efe Bayram
Efe Bayram
YORUMLAR
İçeriğe ait yorum bulunmamaktadır.
YORUM YAPIN